Diktacı Eğitim Modeli ve Sarı Gelin Belgeseli'nin İç Yüzü

Genelkurmay desteğiyle hazırlanan ve 25 Haziran 2008 tarihinden itibaren Milli Eğitim Bakanlığı ve İl Kültür Müdürlükleri aracılığıyla, aralarında Ermeni okullarının da yer aldığı bütün ilköğretim okullarına dağıtılan “Sarı Gelin: Ermeni Sorununun İç yüzü” adlı belgeselin Mili Eğitim Bakanlığı’nın genelgesi gereğince, öğrencilere izletilmesi ve sonuç raporlarının 27 Şubat 2009 Cuma mesai bitimine kadar il müdürlüklerinin kültür bölümüne gönderilmesi istendi. Ardından 15 milyon öğrenciye dayatılmaya çalışılan bu “eğitim zorbalığı” planlaması deşifre edildi. Sonuçta baltayı taşa vurduğunu gören MEB, uygulamadan şimdilik vazgeçmiş görünüyor. Peki bu belgesel dayatmasını da göz önünde bulundurarak Türk eğitim sisteminin yapısına dair ne söylenebilir?

Klasik yaklaşımlar eğitimi; “bireyin davranışlarında, kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak istenilen/istendik yönde değişme meydana getirme süreci” şeklinde tanımlıyor. Egemen ana akım yaklaşımın öğrenmeye bakış açısı ise: “bilgi, öğrencinin deneyimlerinin ya da kişisel tercihlerinin dışında, gerçeklerin kanıtlanmış, objektif, çok güvenilir bir bütünüdür ve eğitimcinin rolü bu bilgiyi, eşlik eden akademik beceriler ve tutumlarla beraber öğrenenin beynine aktarmaktır.” şeklindedir. Otoriter bir yaklaşımdır. Eğitim "verilir", sınıf "yönetilir"
Bu tanımlarda dikkat edilmesi gereken nokta şudur: “istendik” kelimesi, “iste-“ fiilinden türetilmiş ve klasik modellerde daha çok edilgenliği/verileni almayı ifade eden bir sözcüktür. Kısaca, bireyi pasif bir alıcı olarak gören ve birileri tarafından belirlenmiş istekleri yapmakla yükümlü kılan bir ifadedir.
Öte yandan eğitimi politikadan, politik çıkarlardan ayırmak mümkün değildir. Bu nedenle “istendik davranışlar” hemen her devletin yaklaşımında, devletin bekasını sağlama adı altında her türlü dayatmayı barındırmaktadır. Bu yönüyle her eğitim sistemi belli bir ideolojik yaklaşımla dizayn edilmiştir. Türkiye gibi ülkelerde “devletin kendi ideolojisini korumak ve devam ettirmek” o kadar abartılı bir politika haline gelmiştir ki “Sarı Gelin: Ermeni Sorununun İç yüzü” adlı belgesel, bunların farkına varmak için önemli bir fırsat olabilir.

MEB’in sorgulamayan, araştırmayan, eleştirmeyen, problem çıkarmayan ve verilen işi en iyi şekilde yapan vatandaşlar yetiştirme amaçlı anti-demokratik uygulamalarının “tekçi” ve “ötekileştirici” gücü, detaylı incelendiğinde linç, düşmanlık, hain, terörist gibi söylemlerin tezgahından geçen “eğitim mağdurları ordusuyla” karşılaşırız. Son birkaç yıldır tekçi arzularla donanmış müfredatın bir yerlerine özgürlükçü çizgideki bazı yazar ve şairlerin metinlerinin eklenmesi eğitime özgürlükçü bir hava vermenin ötesine geçmemiştir. AKP’nin bu alandaki göz boyama politikalarının toplum nezdinde belli muhalif yapılar hariç önemli bir takdir topladığını da unutmamak gerekiyor. TRT 6 örneği, Nazım Hikmet’e Türk vatandaşlığının verilmesi, Ahmet Kaya’nın mezarının taşınması planı, Madımak Oteli’nin altındaki kebapçının kaldırılması gibi örnekler verilebilir.

Sözkonusu belgesel bir kez daha gösterdi ki; Türk eğitim sistemi düşünce özgürlüğü, özgür toplum, demokratik eğitim ve fırsat eşitliği gibi hedeflerden uzak durdukça eğitimin toplumsal barışa ve bireyin kendisine katkısı da sürekli sorgulanmalıdır. Çünkü egemen sistemin istediği itaat, teslimiyet ve ezber kırılmadıkça sağlıklı bireylerin yetişmesi gerçekten zor görünüyor.

Sözkonusu belgesel bir kez daha gösterdi ki; Türkiye’de eğitim, bütün etnik ve dinî yapıları kapsayacak ve onlara kendilerini ifade edecek nitelikte düzenlenmemiştir. Eğitim programının yegâne hedefi sadece Türk kimliği, ulusu, kültürü, dili, tarihi üzerinden milliyetçi bir çizginin örgütlenmesi ve öğrencilere empoze edilmesidir. Dolayısıyla bu yaklaşım biçimi, diğer yapıları yok saymak ve asimile etmek üzerine kurulmuştur.

Sözkonusu belgesel bir kez daha gösterdi ki; öğrencilere kapasiteleri ve potansiyellerini keşfetmeleri, onları araştırmaları ve geliştirmeleri ve de yaşama geçirmeleri gibi hususlarda sınıfta kalınmıştır. Toplumsal açıdan eşit ve birbiriyle barışık öğrenci yetiştirmenin diğer bir tabirle öz-güvene dayalı, düşünebilen, akıl yürütebilen, tartışabilen ve çeşitli tezleri/sorunları değerlendirebilen öğrenci modelinin yerine itaat eden, ezberleyen, düşünmesi ve araştırması sakıncalı görülen öğrenci modeli tercih edilmektedir. MEB’in MGK eliyle askeri eğitim modelini uygulamakta tereddüt etmemesi, öğrencilerin birer asker olarak görüldüğünü gösteriyor aslında. “asker öğrenci modeli” diye adlandırabilecek bu sistem için resmi törenlere bakmak bile yeterlidir. “asker öğrenci modeli”nde her şey emir komuta zinciri içinde verilir. İtiraz edenler disiplin kovuşturmalarına tabi tutulur. Bu durum, öğretmenler için de geçerlidir. 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu, belki de dünyanın en anti-demokratik kanunlarından biridir. Kanunun ödül ve cezalar bölümü, amirlerin taktir ve yorumuna o kadar açıktır ki öğretmenlerin elini kolunu bağlayarak zamanla onları da itaatkâr, kul ve köle bir pozisyona sürüklemiştir.

Kaba bir ifadeyle Türk Eğitim Sistemi, vazolara su doldurup boşaltmaya devam etmektedir. Böylece çiçekler, solmakta kendi renklerini kaybetmektedirler. Bu yönüyle çocukların düşünmesine gerek yoktur. “Devlet Baba” onlar her şeyi düşünmüş, her şeyi araştırmış, her şeyi yazmıştır. Onların sadece bunların farkına varması gerekir. Bu gayrı ahlâkî yaklaşım, çocukların özgür düşüncelerine daha doğmadan konulmuş bir ipotektir maalesef. Bu yönüyle toplumun etkin bir üyesi olmaları zaten beklenemez. “devlete göre öğrenci yetiştirme modeli”dir bu. Çocuklar, kendi bilgilerini oluşturma, kendilerine göre hedef belirleme gibi imkânlardan mahrum bırakılırken sürekli olarak “kendilerinin ve devletlerinin iyiliği” için sadece kurallara uymakla, ezbercilikle, sınav sistemleriyle meşgul edilmektedirler. Türk Eğitim Sistemi, bir öğrenci için bitmeyen bir çiledir. Önceden kırmızıya boyanmış sınırları belli bir yoldur. İrdelenmeye değer bir alan olarak bilginin, araştırmanın, izlemenin, okumanın devletçe hakimiyet altına alınmış bir alandır. Özgür bireylerin yetişmesi, büyük oranda ailelerin ve öğrencilerin inatçı bir şekilde farklı bir eğitim modeli özlemlerine bağlıdır.

Çocukların gelişmeye açık beyinleri yoğun ezberci müfredat ve sınav sistemleriyle abluka altına alınıp kalıplaşmış bilgilerle adeta bir çöplüğe çevrilmektedir. Böylece “gerçeğe” ulaşılmıştır. Gerçek Ermenilerin hain, düşman olduğunu söyler; tetiği de gençlere çektirir. Çünkü devlet bir çocuktan bir katil yaratmayı başarmıştır artık. O gencin inandığı gerçeklerin değiştirilmesi ise belli bir yaştan sonra çok zordur. O genç artık hayata “gerçekten atılmıştır.” Düşleri bitirilmiş, yaratıcılığı öldürülmüş, merakı sönmüş, diyalog yolları kapatılmış, nesneleşmiş bir varlıktır artık o. Velisi ise bir seyircidir sadece. “Devletin kendine göre gerçekliğinin ve gerçeğinin” mitleşmesine hizmet ederek vatanına olan borcunu ödeme derdine düşmüştür veli. O artık, vatan için hiçbir şeyden çekinmeyen bir “vatan evladı “ yetiştirmiştir. Bununla gurur duyması gerektiğini ezberlemiştir. Sıra savaştadır. Davulla zurnayla evladını savaşa gönderir. Bir anne veya baba olarak kendisi üzerinden mutlaklaştırılan cehalet olgusunu çocuğunun yendiğini zanneden sevinçli bir insandır artık. Böylece devletin “parasız” eğitim kurumları, elinden geleni yapmıştır. Sıra öğrencidedir ve devletin beklentilerine cevap olmalıdır. Egemenlik anlayışını pekiştirmeli, söylemini yaygınlaştırmalı, öteki çiçekleri koparıp kurutmalıdır ve devlet büyüklerine sunmalıdır.

Müfredat biçimleri, bilgi yapıları, araştırma metotları, tarihsel araştırmalarını teklik ideolojisi üzerinden şekillendiren bu yapıdır işte “Sarı Gelin: Ermeni Sorununun İç yüzü” belgeselini dayatan. Bu, kaba bir tabirle, “diktacı eğitim modeli” olarak tanımlanabilir. Akılları zayıflatmayı esas alan bir yöntemdir diktacı eğitim. Sürekliliğe dayanan, kalıplaşmış subjektif bilim ve tarih yalanları, çocukların zihinlerini esir aldığında birçok şey için geç kalınmıştır artık. Bilgiyi seçme ya da süzgeçten geçirme aşamaları manipüle edilmiş genç kuşakların özgürleşmesinin ve bilgiyi sorgulamasının önüne devlet eliyle bend örülmüştür böylece. Eğitim sistemi ona gerekirse ölmeyi ve öldürmeyi, vergi vermeyi, askere gitmeyi ve zamanı geldiğinde oy kullanmayı öğretmiştir artık. Böylece kültürel çeşitlilik bir zenginlik olarak algılanamaz duruma getirilmiştir. Klişelerden kurtulamayan fedakâr vatandaş yaratılmış “demokrasi, özgürlük, güven, sorumluluk, araştırma vb.” perspektifler bir kenara bırakılmıştır. Böylece insanların eşitlik yasası, devletin yüksek çıkarlarına feda edilmiştir. Ajitasyon tamamlanmıştır. Bilimsel düşünme alışkanlığı körleştirilmiş; farklılıklara saygı ilkesi, okullar aracığıyla devre dışı bırakılmıştır.

Tüm bunlardan mahrum bırakılmış bir öğrencinin tabii ki belgeselin bilimsel olmadığını, taraflı olduğunu düşünmesi zordur. Belgeselin bir propaganda ürünü olarak kin, nefret, düşmanlık aracına dönüşmesi; tarihsel olguları manipüle etmesi çokta zor değildir artık. İnsan hakları ve çocuk haklarına tamamen aykırı olan militarizm destekli böyle girişimlerin deşifre edilmesinde etkili olabilecek öğretmenler ise “istenen rapor” vasıtasıyla ispiyonlanma tehdidi ile karşı karşıya bırakılmıştır.

Sözkonusu belgeselin diğer azınlık okullarında izlettirilmesi isteği, zora dayalı eğitim zihniyetinin bir göstergesidir. Gazze saldırıları esnasında, bütün okullarda Yahudi düşmanlığının devlet eliyle örgütlenmesi, 2008 yılında 120 adlı filmin öğrenci ve öğretmenlere zorla izlettirilmesi öğrencilerin “resmi tarih tezlerine alet edilmesi” toplumsal birlikteliğe ve barış kültürüne vurulmak istenen bir darbedir. Bu açıdan belgesel, savaş ve düşmanlık siyasetine hizmet etmektedir. “1915 olaylarında Ermenilerin suçlu olduğunu” iddia ederek, tarih biliminin objektif ve vicdani ölçütler üzerinden değerlendirilmesi ilkesini ihlal etmektedir. Belgeselin AKP hükümeti tarafından 75 bin adet basılarak Gençlik Kollarına dağıtılması; AKP hükümetinin “işi tarihçilere bırakalım” söylemiyle tamamen çelişmektedir. Milli eğitimdeki bu ve buna benzer girişimler, AKP hükümetinin 15 milyon çocuğumuzu “ırkçı ve ötekileştirici” bir ideolojiyle eğitme çabasını açıkça göstermektedir. Henüz karar verecek yaşta olmayan gençlerin ve çocukların tekçi, ırkçı devlet ve asker politikalarına alet edilmesi insan ve çocuk haklarına aykırı olduğu gibi çocukları şiddet ve ayrımcılığa yönlendirme yönüyle de pedagojik açıdan sakıncalıdır.
Belgesel, silahlı kuvvetler üzerinden kurulan “taraflı bilgi tekeline” hizmet etmektedir. Millilik kavramı, çocuklarımızın ötekileri düşman bellemesiyle pekiştirilmek istenmekte; tarih biliminin çarpıtılmasıyla gelecek kuşaklar zorunlu bir ezbere yöneltilmektedir. Bu belgesel de göstermiştir ki MEB’in okuttuğu ders kitapları ve Milli Güvenlik, İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük vb. dersleri de ayrımcı, ötekileştiricidir. Ders kitaplarıyla, zorunluluk haline getirilen çeşitli okuma kitaplarıyla, çeşitli sinema ve belgesellerle 15 milyon gencin düşüncesi ve bağımsız karar verme hakları ipotek altına alınmaktadır. Diriliş, Şu Çılgın Türkler, itirafçı Şemdin Sakık’kın kitapları, terör konulu polis ve asker seminerleri, 120 filmi, Türk Tarih Kurumu seminerlerinin öğrencilere ve öğretmenlere zorunlu kılınması buzdağının görünen yanıdır sadece.

Sözkonusu Belgesel, militarist ve şoven bir yaklaşıma sahiptir. Toplu mezarlar, kemik, kafatasları gösterilerek “'başını kestiler', 'odun niyetine yaktılar'” gibi ifadelerin kullanılması çocuklara “siz de kesin, öcünü alın, düşmanınızı bilin” mesajı vermektedir. Bu yönüyle Ermeni “kötü, çeteci, terörist, hain, kesinlikle haksız, ölümü hakketmiş” olarak lanse edilmektedir. 'Ermeniler tarihin belki de en kara sayfalarını yazmışlardı” gibi cümlelerle bütün bir Ermeni halkı suçlu ilan edildiği gibi 1915 olaylarının yaşanmasına da “başka çare yoktu” denilerek meşruiyet kazandırılmaya çalışılmaktadır. 1915 Tehciri’ni dönemin koşulları içerisinde Ermenilerin Ruslarla işbirliği yaparak ülkeyi bölmeye çalışmasına bağlayan resmi tarih tezi, aksini düşünenleri ise talime alarak terbiye etmeye çalışmaktadır.
Çocuk yaştaki öğrencilere “gerçek hikâye” başlığı altında izletilen bu belgesel ister istemez şu soruyu düşündürüyor: “Kime göre, neye göre gerçek? Milli Eğitim Bakanlığı’nın çocuk beyinlere ırkçılığı, düşmanlığı, milliyetçiliği, hoşgörüsüzlüğü, “hain, terörist, işbirlikçi vb” kodlarla zorla aşılamaya çalışması kin ve nefretten başka bir şey kazandırmayacaktır. Bunun için MEB’in ya da Türk Tarih Kurumu’un tezlerine değil fakat öğrencilerden gizlenen objektif tarih araştırmalarına bakmak yeterlidir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Leyla Zana'ya Destek İçin İmza Kampanyası Etik mi?

Kom Geleneğinin Oluşumu ve Sanata Biçilen Roller

Bir Varmış Bir Yokmuş!