Hikâyesi Gerçek Olan Haklıdır

Savaş dönemlerinin hikâyeleri çoktur ve bu hikâyeleri büyük resimlerin ön yüzünde görmek neredeyse imkânsızdır. Henüz küçük bir çocukken babamın Almanya’dan alıp getirdiği ve elektrik olmadığı için sadece pille çalıştırabildiğimiz radyodan haberleri dinlediğimi anımsıyorum. O gün kullanılan cümleler ile bugün kullanılanlar arasında doğrusu pek fark göremiyorum. O günlerde TRT haber spikerlerinin belli ki ağızlarından köpükler saçılarak ve büyük bir nefret duygusuyla dile getirdikleri “şu kadar bölücü öldürüldü.” sözlerinin bir yerden sonra herhangi bir kıymeti harbiyesi kalmamıştı. Nitekim etrafımızdaki insanlardan ve komşu köylerden öğrendiğimiz kadarıyla asker çok büyük kayıplar veriyor, karakollar ele geçiriliyordu. Resmi söylemin kurguladığı hikâye ile bizim şahit olduğumuz gerçek hikâyenin farklı olduğunu henüz çocuk yaşlarda iken fark etmiştim.

90’lı yıllara geldiğimizde ise işin rengi biraz değişmişti. Nitekim ister JİTEM ister kont-gerilla deyin devletin özellikle yanı başımızdaki Nazimiye İlçesi köylerini nasıl bombaladığını, ormanlarını nasıl ateşe verdiğini gözlerimizle gördük. O savaş hengâmesinde gece yarısı baskınlarıyla köylülerimizin ve komşu köylülerin nasıl tutuklanıp “1800 Evler Cezaevi”nde işkencelerden geçirildiğine de tanıklık ettik. O dönemde, ailelerin çoğu göç etmek zorunda kaldı, köyler boşaltıldı. Gençlerin çoğu Avrupa’ya kaçak olarak gitmenin hesaplarını yapmaya başladı. Gidemeyenler metropol kentlerde en kötü koşullarda ve işlerde çalışmaya başladı. Yine doksanlı yıllarda askere gitmeden önce neşeli ve konuşmayı seven bir insan olan abimin önceki hali ile askerden döndükten sonraki ruh hali arasındaki uçumu gözlemleme fırsatım oldu. “Her şey vatan için, vatan sana canım feda” diyerek askere gönderilen gençlerin nasıl da Kürdistan’ın dağlarında kuzu sessizliğine büründüklerini, uzun geceler boyunca ölüm korkusuyla nasıl yaşadıklarını abimin asker hikâyelerinden anladım. Kuşkusuz ki ölüm korkusunu aşmak zordur ve bu korkuyu dağdaki de gerilla da karakoldaki asker de hissetmiştir.

Köye gelen askerlerin, ablamın hatıra/şiir defterinden hareketle onu tutuklamak istemelerini, küçük kardeşimin bir gece yarısı askerler tarafından cemse dediğimiz askeri araca bindirilerek nasıl zorla alıkonulduğunu, annemin gecenin saat birinde nasıl çaresizce askerlere yalvardığını, köyde arama yapmak için gelen askerlerin o dönem 65 yaşında olan babamı nasıl tokatladıklarını, evin altını üstüne nasıl getirdiklerini ise çok sonraları annemden, babamdan, ablamdan ve kardeşimden dinledim. Sonraları diyorum çünkü o dönem artık liseyi okumak için bir başka kente gelmiştim. Kaldı ki annem ve babam bunları bizlere çok sonraları anlattılar; çünkü bizim tepkisel davranıp belki de dağa gitmemizden korkuyorlardı.

Bir süre sonra ise köye gelen gerilla öyküleri de anlatılmaya başlandı. O dönemlerde köylerde genç kalmamıştı. Bu öyküleri, çoğunlukla yaşlılar bize sonraları anlattılar. Her birinin anlatacağı onlarca öykü vardı. Her birinin korkuları vardı. Her birinin bir şekilde çocuklarını savaş ortamından uzaklaştırma kaygıları vardı. Son yıllarda artık köyümüzün dört bir yanında karakollar, geçişleri engellemeye dönük barajlar, talan edilmiş bir iklimin hüzünlü bekleyişi var artık. Gece olup da köyümüzün güneyine, kuzeyine, batısına, doğusuna baktığınızda belki de en az 10 tane karakolu saymak mümkün artık. Ancak hiçbir şey yine de çözülemedi. İşte bugün son dakika haberlerinde izlediğim Golan Karakolu (Yoğunağaç) çatışması da bunlardan biri.

Hiç unutmam, lise yıllarımda okullar tatil olup da köye gittiğimde birer kilo üzüm, domates, patlıcan, biber, bir karbuz almıştım. Askeri kontrol noktasında bunların asker tarafından elimden alındığını dün gibi hatırlıyorum. Nedeni ise bunları dağdakilere götürebileceğim kaygısıydı. Köylülerin ellerinde karneleriyle erzak almak için ilçeye gidip neredeyse ellerli boş bir şekilde nasıl döndüklerini de hatırlıyorum. Bir defasında amcamın oğlu bir kilo çayı ceviz ağacının en yüksek yerine bir poşet içinde saklamış. Köye gelen askerlerin başındaki komutan bunu görünce amcamın oğlu, biraz telaşlı birazda trajikomik bir şekilde komutana veryansın edince komutan da güler; oradaki çelişkiyi ve arada kalmışlığı vurgular ve oradan ayrılır.

Özellikle anneler, köye gelen gerillaya da askere de acırlardı. Bunlar genç derlerdi. Askerlere ayran ikram ederlerdi. Gerillaya ise varsa ekmek, çökelek verirlermiş. Annem hep şunu söylerdi: “yavrum kim bilir onların anneleri nasıl dayanıyorlar evlatlarının hasretine?” İşte bu hasret ve acı annelerin yüreklerini geçmişte yaktı; bugün de yakmaya devam ediyor. Acılarını gizlemek, gözyaşlarını saklamak için manipülasyon kıskancına alınan asker anneleri, çoğu zaman çocuklarının cenazelerini bile göremeyen gerilla anneleri acıların en derinini ve en katmerlisini yaşayanlar aslında. Ancak aradaki fark belki de artık bazı asker annelerinin, oğullarının bir hiç uğruna, gerilla annelerinin ise oğullarının bir gerçek adına öldüklerine inanmaları. Durum bu olsa da ölümden daha gerçek ve insana dokunan ve insanı bu kadar yakan bir "gerçek" olmasa gerek. Sorun bu fikirden vazgeçememekte görünüyor. İnsan olduğunu hatırlayan her insanın eşit olduğunu/na algılayamaması/inanmaması ne acı!

Batıdan bakınca Kürdistan coğrafyasında özellikle de 90’lı yıllarda yaşanan büyük dramları algılamak gerçekten çok zordur. Batı’nın ezberci, tekçi, kahramanlık taslayan cümlelerinin Doğu’da bir karşılığı yoktur. Çünkü o cümleler, Doğu’da kısıklaşır ve birer fısıltıya döner. Doğu’da yaşanan binlerce, milyonlarca dramatik, trajik hayat hikâyesi insanların yüzlerindeki keskin çizgilerde sezinlenebilir.


Doğu’da insanlar erken yaşlanır, normalde 25 yaşında olan bir genci kırk yaşında zannedersiniz. Bilindik cümlelerin aksine Doğu’da kışın ortasında köyleri JİTEMCİLER tarafından basılan köylülerin karların üstünde nasıl soyunduruldukları, kadınların gözü önünden erkeklerin cinsel organlarına ipler bağlanarak nasıl yerlerde süründürüldükleri ile ilgili hikâyeler de, kardeşlerinin gözü önünde alnından vurulan ağabeylerin, annelerin, babaların gözü önünde kızlarının nasıl taciz edildikleri ile ilgili öyküler de, cesetleri tankların, cemselerin arkasında iple bağlanıp ilçelerin sokaklarında ibreti âlem olsun diye dolaştırılan gerilla öyküleri de çokça anlatılır. İşte bu yüzden acıların en derinini gözleriyle gören bir halkın gerçekten de korkabileceğine inanmak zor olsa gerek. Bütün bunları geçmişe takılıp kalmak ya da yaşanmışlıkların öcünü almak gerektiği gibi bir fikirden hareketle dile getirmemekle birlikte yaşanmışlıkların geleceği nasıl etkileyebileceğine dönük bir öngörü olarak ifade ediyorum.


Etnik temelli olarak başlayan hemen hemen bütün başkaldırıların eninde sonunda karşılıklı büyük bedellere rağmen nasıl başarıya ulaştıkları ise dünyanın tecrübe etmiş olduğu gerçek bir hikâyedir. Gücü elinde bulunduranlar tarafından gerçeğin kabul edilmesi çok güç olsa da hiçbir halk, kendi gerçek hikâyesini unutamaz. Annelerinden, babalarından, eşlerinden, çocuklarından, okullarından, üniversitelerinden, arkadaşlarından vazgeçip ölümü göze alarak dağlara doğru giden Kürt gençleriyle baş etmek için en az onlar kadar her şeyden vazgeçme cesaretini gösteren bir ordu ve hükümet olması gerekir. Aşağılanan ve de hataları da olan bir örgütün ve liderinin bir yol haritası olmasına rağmen; devletin “açılım” diye lanse ettiği bir süreçte yol haritasının olmaması bir yana (kimilerince tasfiyeydi esas yol haritası), tutuklanmama garantisi devlet tarafından verilmesine rağmen dağdan inenleri tutuklayan bir devletin hangi tarafı inandırıcı geliyor acaba?


Eleştirebileceğimiz yanları olmasına rağmen devletin, üzerinde ulusal ve uluslar arası düzeyde büyük hesaplar/ittifaklar yaptığı/aradığı Kürt halkı, kuşkusuz ki bu süreçte daha büyük bedeller ödeyecektir. Bu, aynı zamanda Kürt siyasetinin devletin işleyiş yöntemlerine benzemesinin ve giderek yozlaşmasının/politika üretememesinin de bir sonucudur. Ancak buna rağmen Kürdün hikâyesi, bir gerçeğe dayanmaktadır. O gerçek de şudur; “Devlet, bütün büyük ve korkutucu söylemlerini bir kenara iterek her defasında bahsettiği o tavizsizliğinden vazgeçmek zorunda kalacaktır.” Çünkü hiçbir korku, yalan, talan ve şiddet üzerine inşa edilmiş politikanın ecele faydası olmamıştır.


Toplantı üstüne toplantı, plan üstüne plan, tutuklama üstüne tutuklama, operasyon üstüne operasyon, işkence üstüne işkence, baskı üstüne baskı, karakol üstüne karakol yapan, silah üstüne silah alan, asker ve polis kadrolarının üstüne her yıl binlercesine alan, cenazeden cenazeye koşmaktan bitkin ve yorgun düşen, bazı ölümlerin üzerine her türlü imkânı seferber edip giderek katilleri bulan, binlerce faili meçhulün üstünü ise kapatan bir devlet anlayışının "hikâyeleri gerçek" olan fakat her zaman daha fazla bedel ödeyen bir halkın inancı ve direnci karşında galip gelmesi düşük bir ihtimaldir. Öldürmek için yarışa girmenin de bir anlamı kalmamıştır artık. Çünkü hikâyesi gerçek olan çoğu zaman haklıdır ve de zor da olsa kazanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Leyla Zana'ya Destek İçin İmza Kampanyası Etik mi?

Kom Geleneğinin Oluşumu ve Sanata Biçilen Roller

Bir Varmış Bir Yokmuş!