KESK: "Bir Yozlaşma Hikâyesi"
Bir süredir KESK’te neler yaşandığını; sebep ve sonuçlarıyla birlikte takip etmek amacıyla düzenli olarak gazetelerdeki ve internet medyasındaki haberleri okuyorum. Zaman zaman da Eğitim-sen üyesi öğretmenlerle sohbet ediyorum. Süreçle ilgili çeşitli haberlere ve açıklamalara göz atmak faydalı ama yine de yetersiz görünüyor. Nitekim “bilgiyi üyelerinden saklayan KESK iktidarı” daha büyük “iktidardan” şeffaflık talep ederken iş kendi siciline gelince ya sus pus oluveriyor ya da haklılığını vurgulamak isteyen her yönetici cephesi kendi cümlesini olabildiğince “yüksek sesle ve sert” bir şekilde dille getiriyor. Bana kalırsa KESK yönetimi, bu tavrını büyük oranda yozlaşmaya evrilen pratiklerinden almaktadır.
Bundan birkaç sene önce Eğitim-sen şubelerinde çalıştığımızda (yaklaşık iki yıl) şu anda KESK’e yansıyan zihniyet yapısının ta o dönemlerde şekillenmeye başladığını anımsıyorum. Bu yazıda ifade edeceğim hususlar ciddi rahatsızlıklar yaratabilir fakat bunların bizzat tanığı olduğum için KESK'te yeni bir yapılanmaya gidilecekse ve sözü edilen "taciz" konusu soruşturulacaksa bu yazıyı yazmak zorunda hissetmekteyim kendimi. Amacım tüm Eğitim-sen veya KESK camiasını karalamak değildir. Bu camiada çok değerli, iş, emek, insan hakları savunucularının olduğunu biliyorum. Fakat amacım bazı veriler üzerinden tanık olduğum acı gerçekleri dile getirmektir sadece.
Örgütlenme perspektifini “üyelerine mesaj” atmakla, eylem pratiğini “devrimciye her gün eylem” ve “otobüs organizasyonlarıyla”, dayanışma ve paylaşma pratiğini “piknik ve gece” düzenlemekle, sendikal çalışma pratiğini “kol, komisyon ve müsamere” mantığıyla, muhalefet pratiğini “her düzenlemeyi mahkemelere götürmekle”, toplu görüşme pratiğini “her görüşmeyi boykot etmekle”, eğitim pratiğini “ezberlenmiş cümlelerle”, kadın mücadelesi pratiğini büyük oranda “ataerkil denetim ve belirleyicilikle”, bilimsel araştırma pratiğini “gazete okumakla ve haber izlemekle”, politika yapma pratiğini “pragmatist uzlaşılarla” oluşturan sendikal bir yapılanmada böyle şeylerin yaşanmış olması doğrusu pek şaşırtıcı değil.
KESK’te yaşananlar, “özgürlükçü yaşam biçiminin!” yozlaşmaya varan yolculuğuna götürüyor bizi. Nitekim sendika yapılanmasında bu tarz yozlaşmış ilişki biçimlerinin zaman zaman yaşandığını yıllar önce gözlemlemiştik. Dünya Kadınlar Günü’nde eşini evde bırakıp eyleme giden erkek üye mi dersiniz, eşi evde çocuklara bakarken kendisi sendikada başka bir kadın üyeyle flört eden yönetici mi dersiniz, ortamda samimiyet kokan fakat tacize varan “arkadaşlı” sahte dokunuşlar mı dersiniz; bunların hepsini gözlemleme imkânımız maalesef oldu. Dahası bu kişilerden bir tanesi sonradan insan haklarıyla ilgili önemli bir kurumda, önemli bir göreve gelmişti. Hiç unutmam bir defasında aynı zamanda yönetimde de olan üyelerden birine “hocam eşiniz neden kadın komisyonu toplantısına (bu arada kadın komisyonu toplantısı da erkeklerin arasında köşede bir masada yapılırdı) gelmedi?” diye sormuştuk (bilinçli bir iğneleme için) Sözkonusu üye; memleketten annesinin ve babasının geldiğini eşinin de onları ağırlamakla meşgul olduğunu ifade etmişti.
Öte yandan özellikle çocuk sahibi erkek üyelerin bazıları, çocukların her türlü bakım işini ve ev işlerini eşlerinin sırtlarına yük edip kendileri de “devrim yapmakla” meşgullerdi. Hiç unutmam işyeri temsilcisi (bir süreliğine örgütlenme sekreterliği de yaptı) yöneticinin en önemli yaşam pratikleri arasında sürekli yeni aşklara yelken açmak! da vardı. Sözkonusu kişiye göre “Nazım Hikmet gibi özgür yaşamak” lazımdı her şeyi. Aile, evlilik denen olgular birer saçmalıktan başka bir şey değildi. “Solcu, devrimci” kişi, kimseye bağlı yaşamamalıydı ona göre. Nazım gibi bir devrimci bile Piraye’yi aldattıysa rahat takılmak lazımdı vs…Burada eleştirilmesi gereken şey, sendikanın bu tür hayat tarzlarını rahatlıkla bünyesinde ikame edebilmesi, bu çelişkili hayat biçimini tolere etmesi, midelerin bulanmamasıdır.
KESK, bünyesindeki yozlaşmayı ve çürümeyi bir tür “örgütlenme” olarak manipüle edemez artık. Fakat bunun için üyelerinin “taraftar” kimliklerinden ve günübirlik kısır hesaplardan vazgeçmeleri gerekiyor. KESK üyelerinin birçoğunun sendika merkezlerine hiç uğramamasının altında yatan gerçekler anlaşılmadan tüm bu yozlaşmışlığı anlamak zordur. Çok açık ki kendi yaşam kalitelerinden, güçlerinden, statülerinden, gelirlerinden olmak istemeyen fakat “muhalifliği” bir şekilde politik duruşlarının bir parçası gibi yansıtanların keyifli durumu, hiçte hesapta olmayan bir sebepten dolayı gün yüzüne çıkmış oldu.
KESK başkanı Sami Evren’in kendini feda eder cansiperane tutumundan tutun da kadın sekreterliğinin duruma seyirci kalmasındaki trajik duruşa, başkanın ve MYK üyelerinin manipülatif yaklaşımlarından tutun da, olay duyulduktan sonraki açıklamaların saçmalığına kadar birçok konunun her biri aslında ayrı ayrı değerlendirilmeye değerdir ve de her biri “muhalif” bir sendikanın ne olması veya olmaması gerektiği hakkında bize çok fazla veri sunuyor.
2000’li yıllardan bugüne kadar Eğitim-sen ve KESK’te yaşanan ciddi üye kaybını AKP iktidarının baskısına bağlayan yönetim kademelerinin bu savunma biçiminin ne kadar yanlış olduğu anlaşılmalıdır. KESK’te birkaç yıldan beri süregelen özeleştiri pratiğinin-ki önce günah çıkart sonra tekrar aday ol pratiği diyorum ben buna- yozlaşmaya hizmet etmekten başka bir işe yaramadığını hepimiz görüyoruz. Bu özeleştiri yöntemine bizzat tanık olduğumuz için bu kadar rahat cümleler kuruyorum açıkçası. Eylemlere taksiyle gitmek, davetlere/toplantılara uçakla gitmek, derslere girmeden, örgütlenme yapıyorum diye maaş almak her devrimciye! cazip gelmeyebilir fakat bazılarına da geliyor işte.
Yeri gelmişken şunu ifade etmek istiyorum; KESK’te ve Eğitim-sen’de en büyük mücadele seçim zamanlarında olur. Seçim zamanlarında farklı fraksiyonlarda bulunanların iş yeri ve okul ziyaretleri tavan yapar. Seçimler bitince ziyaretler de sona erer. Bir üye istifa ettiğinde örgütlenmeden birileri gelir veya telefon edip sebebini sorar. Çünkü işin ucunda maddiyat vardır.
Zamanında sendikada eleştirilerimizi dile getirdik fakat özellikle yönetim nezdinde tasfiye ve manipüle edilmeye çalışıldığımızı dün gibi hatırlıyorum. Eğitimcilerle ilgili o yıllarda bir ağabeyimiz şunu söylemişti; “öğretmenler, öğrete öğrete öğrenmeyi unutuyorlar. Onlara bir şey öğretmek doğrusu çok zor. Okumuyorlar, ama çok okuyormuş gibi yapıyorlar, bilmiyorlar ama bilmiş gibi davranıyorlar, ezberci eğitime karşılar ama kurdukları cümlelerin önemli bir bölümü ezber”
Kendi yetmezliklerini resmi ideolojinin “bitmek tükenmek bilmeyen saldırıları” ile manipüle etmenin bir anlamı olmadığını artık biliyoruz. Yaşananları “derin güçlerin komplosu” olarak adlandıranlardan tutun, “biz araştırdık ortada böyle bir şey yok” diyenlere, istifalarını “duydukları sorumluluk ve bilinçle” açıklamaya çalışanlardan tutun, olayın duyulmasından sonra genel sekreterle hiçbir ilişkileri olmadığını açıklayan BDP’ye, KESK içerisindeki disiplin kurullarının devreye girmesini ve “şeffaf bir soruşturma?” sürecinin yaşanmasını talep edenlerden tutun, yaşananları anayasa referandumu, TİS tartışmaları, örgütlenme çalışmaları, genel seçim süreci ve yaklaşan KESK Genel Kurulu sürecine bağlayanlara, olayın duyulmasını kurumu korumak cümlesi ile manipüle etmeye çalışanlardan tutun, istifa edenlerin bu davranışlarını “öteki taraf”ın kendisini aklamaya dönük kullanmasına, aklanmaya çalışanların diğer tarafı “komplo” yapmakla suçlamasından tutun, disiplin mekanizmalarını göreve davet edenlere, her fraksiyonun kendi paçasını kurtarma gayretinden tutun, olayı “evet, hayır ve boykot” hikâyesine götürenlere, tüm bu süreçte taraf olmaktan korkanlardan tutun, istifaları ve olağanüstü kongreye gitme kararını doğru bulanlara ve bulmayanlara kadar KESK’in neredeyse tüm bileşenlerinin ne kadar saçmaladığına tanık olduk.
KESK’teki durum, eğer sağlıklı bir değerlendirmeye ve gerçek bir özeleştiriye tabii tutulabilirse yeni bir başlangıç yapılabilir. Görmek isteyenler için bu yozlaşmanın onlarca sebebinin olduğu apaçık ortadadır. Fakat KESK’te doğru bir yapılanma için öncelikle sorumluluk sahibi üyelerinin tutumları çok önemlidir. Yoksa yeni bir KESK MYK’sı seçip yola devam etmek, sorunların üzerine sünger çekmeye yarar. Unutmak, silmek, zamana yaymak, hiçbir şey olmamış gibi davranmakla da KESK gittikçe yozlaşmaya ve küçülmeye devam edecektir. Yeni mağduriyetler ortaya çıkacaktır. Bu yüzden yukarıda biraz dağınık da olsa bahsettiğim anlayışın tamamen tasfiye edilmesi gerekmektedir.
Markar Esayan’ın ifadesiyle “… kol kırılır, yen içinde kalırsa, ataerkil tahkimli bir suç ortaklığı...ve ikiyüzlü muhafazakârlık” devam edecektir.
Bundan birkaç sene önce Eğitim-sen şubelerinde çalıştığımızda (yaklaşık iki yıl) şu anda KESK’e yansıyan zihniyet yapısının ta o dönemlerde şekillenmeye başladığını anımsıyorum. Bu yazıda ifade edeceğim hususlar ciddi rahatsızlıklar yaratabilir fakat bunların bizzat tanığı olduğum için KESK'te yeni bir yapılanmaya gidilecekse ve sözü edilen "taciz" konusu soruşturulacaksa bu yazıyı yazmak zorunda hissetmekteyim kendimi. Amacım tüm Eğitim-sen veya KESK camiasını karalamak değildir. Bu camiada çok değerli, iş, emek, insan hakları savunucularının olduğunu biliyorum. Fakat amacım bazı veriler üzerinden tanık olduğum acı gerçekleri dile getirmektir sadece.
Örgütlenme perspektifini “üyelerine mesaj” atmakla, eylem pratiğini “devrimciye her gün eylem” ve “otobüs organizasyonlarıyla”, dayanışma ve paylaşma pratiğini “piknik ve gece” düzenlemekle, sendikal çalışma pratiğini “kol, komisyon ve müsamere” mantığıyla, muhalefet pratiğini “her düzenlemeyi mahkemelere götürmekle”, toplu görüşme pratiğini “her görüşmeyi boykot etmekle”, eğitim pratiğini “ezberlenmiş cümlelerle”, kadın mücadelesi pratiğini büyük oranda “ataerkil denetim ve belirleyicilikle”, bilimsel araştırma pratiğini “gazete okumakla ve haber izlemekle”, politika yapma pratiğini “pragmatist uzlaşılarla” oluşturan sendikal bir yapılanmada böyle şeylerin yaşanmış olması doğrusu pek şaşırtıcı değil.
KESK’te yaşananlar, “özgürlükçü yaşam biçiminin!” yozlaşmaya varan yolculuğuna götürüyor bizi. Nitekim sendika yapılanmasında bu tarz yozlaşmış ilişki biçimlerinin zaman zaman yaşandığını yıllar önce gözlemlemiştik. Dünya Kadınlar Günü’nde eşini evde bırakıp eyleme giden erkek üye mi dersiniz, eşi evde çocuklara bakarken kendisi sendikada başka bir kadın üyeyle flört eden yönetici mi dersiniz, ortamda samimiyet kokan fakat tacize varan “arkadaşlı” sahte dokunuşlar mı dersiniz; bunların hepsini gözlemleme imkânımız maalesef oldu. Dahası bu kişilerden bir tanesi sonradan insan haklarıyla ilgili önemli bir kurumda, önemli bir göreve gelmişti. Hiç unutmam bir defasında aynı zamanda yönetimde de olan üyelerden birine “hocam eşiniz neden kadın komisyonu toplantısına (bu arada kadın komisyonu toplantısı da erkeklerin arasında köşede bir masada yapılırdı) gelmedi?” diye sormuştuk (bilinçli bir iğneleme için) Sözkonusu üye; memleketten annesinin ve babasının geldiğini eşinin de onları ağırlamakla meşgul olduğunu ifade etmişti.
Öte yandan özellikle çocuk sahibi erkek üyelerin bazıları, çocukların her türlü bakım işini ve ev işlerini eşlerinin sırtlarına yük edip kendileri de “devrim yapmakla” meşgullerdi. Hiç unutmam işyeri temsilcisi (bir süreliğine örgütlenme sekreterliği de yaptı) yöneticinin en önemli yaşam pratikleri arasında sürekli yeni aşklara yelken açmak! da vardı. Sözkonusu kişiye göre “Nazım Hikmet gibi özgür yaşamak” lazımdı her şeyi. Aile, evlilik denen olgular birer saçmalıktan başka bir şey değildi. “Solcu, devrimci” kişi, kimseye bağlı yaşamamalıydı ona göre. Nazım gibi bir devrimci bile Piraye’yi aldattıysa rahat takılmak lazımdı vs…Burada eleştirilmesi gereken şey, sendikanın bu tür hayat tarzlarını rahatlıkla bünyesinde ikame edebilmesi, bu çelişkili hayat biçimini tolere etmesi, midelerin bulanmamasıdır.
KESK, bünyesindeki yozlaşmayı ve çürümeyi bir tür “örgütlenme” olarak manipüle edemez artık. Fakat bunun için üyelerinin “taraftar” kimliklerinden ve günübirlik kısır hesaplardan vazgeçmeleri gerekiyor. KESK üyelerinin birçoğunun sendika merkezlerine hiç uğramamasının altında yatan gerçekler anlaşılmadan tüm bu yozlaşmışlığı anlamak zordur. Çok açık ki kendi yaşam kalitelerinden, güçlerinden, statülerinden, gelirlerinden olmak istemeyen fakat “muhalifliği” bir şekilde politik duruşlarının bir parçası gibi yansıtanların keyifli durumu, hiçte hesapta olmayan bir sebepten dolayı gün yüzüne çıkmış oldu.
KESK başkanı Sami Evren’in kendini feda eder cansiperane tutumundan tutun da kadın sekreterliğinin duruma seyirci kalmasındaki trajik duruşa, başkanın ve MYK üyelerinin manipülatif yaklaşımlarından tutun da, olay duyulduktan sonraki açıklamaların saçmalığına kadar birçok konunun her biri aslında ayrı ayrı değerlendirilmeye değerdir ve de her biri “muhalif” bir sendikanın ne olması veya olmaması gerektiği hakkında bize çok fazla veri sunuyor.
2000’li yıllardan bugüne kadar Eğitim-sen ve KESK’te yaşanan ciddi üye kaybını AKP iktidarının baskısına bağlayan yönetim kademelerinin bu savunma biçiminin ne kadar yanlış olduğu anlaşılmalıdır. KESK’te birkaç yıldan beri süregelen özeleştiri pratiğinin-ki önce günah çıkart sonra tekrar aday ol pratiği diyorum ben buna- yozlaşmaya hizmet etmekten başka bir işe yaramadığını hepimiz görüyoruz. Bu özeleştiri yöntemine bizzat tanık olduğumuz için bu kadar rahat cümleler kuruyorum açıkçası. Eylemlere taksiyle gitmek, davetlere/toplantılara uçakla gitmek, derslere girmeden, örgütlenme yapıyorum diye maaş almak her devrimciye! cazip gelmeyebilir fakat bazılarına da geliyor işte.
Yeri gelmişken şunu ifade etmek istiyorum; KESK’te ve Eğitim-sen’de en büyük mücadele seçim zamanlarında olur. Seçim zamanlarında farklı fraksiyonlarda bulunanların iş yeri ve okul ziyaretleri tavan yapar. Seçimler bitince ziyaretler de sona erer. Bir üye istifa ettiğinde örgütlenmeden birileri gelir veya telefon edip sebebini sorar. Çünkü işin ucunda maddiyat vardır.
Zamanında sendikada eleştirilerimizi dile getirdik fakat özellikle yönetim nezdinde tasfiye ve manipüle edilmeye çalışıldığımızı dün gibi hatırlıyorum. Eğitimcilerle ilgili o yıllarda bir ağabeyimiz şunu söylemişti; “öğretmenler, öğrete öğrete öğrenmeyi unutuyorlar. Onlara bir şey öğretmek doğrusu çok zor. Okumuyorlar, ama çok okuyormuş gibi yapıyorlar, bilmiyorlar ama bilmiş gibi davranıyorlar, ezberci eğitime karşılar ama kurdukları cümlelerin önemli bir bölümü ezber”
Kendi yetmezliklerini resmi ideolojinin “bitmek tükenmek bilmeyen saldırıları” ile manipüle etmenin bir anlamı olmadığını artık biliyoruz. Yaşananları “derin güçlerin komplosu” olarak adlandıranlardan tutun, “biz araştırdık ortada böyle bir şey yok” diyenlere, istifalarını “duydukları sorumluluk ve bilinçle” açıklamaya çalışanlardan tutun, olayın duyulmasından sonra genel sekreterle hiçbir ilişkileri olmadığını açıklayan BDP’ye, KESK içerisindeki disiplin kurullarının devreye girmesini ve “şeffaf bir soruşturma?” sürecinin yaşanmasını talep edenlerden tutun, yaşananları anayasa referandumu, TİS tartışmaları, örgütlenme çalışmaları, genel seçim süreci ve yaklaşan KESK Genel Kurulu sürecine bağlayanlara, olayın duyulmasını kurumu korumak cümlesi ile manipüle etmeye çalışanlardan tutun, istifa edenlerin bu davranışlarını “öteki taraf”ın kendisini aklamaya dönük kullanmasına, aklanmaya çalışanların diğer tarafı “komplo” yapmakla suçlamasından tutun, disiplin mekanizmalarını göreve davet edenlere, her fraksiyonun kendi paçasını kurtarma gayretinden tutun, olayı “evet, hayır ve boykot” hikâyesine götürenlere, tüm bu süreçte taraf olmaktan korkanlardan tutun, istifaları ve olağanüstü kongreye gitme kararını doğru bulanlara ve bulmayanlara kadar KESK’in neredeyse tüm bileşenlerinin ne kadar saçmaladığına tanık olduk.
KESK’teki durum, eğer sağlıklı bir değerlendirmeye ve gerçek bir özeleştiriye tabii tutulabilirse yeni bir başlangıç yapılabilir. Görmek isteyenler için bu yozlaşmanın onlarca sebebinin olduğu apaçık ortadadır. Fakat KESK’te doğru bir yapılanma için öncelikle sorumluluk sahibi üyelerinin tutumları çok önemlidir. Yoksa yeni bir KESK MYK’sı seçip yola devam etmek, sorunların üzerine sünger çekmeye yarar. Unutmak, silmek, zamana yaymak, hiçbir şey olmamış gibi davranmakla da KESK gittikçe yozlaşmaya ve küçülmeye devam edecektir. Yeni mağduriyetler ortaya çıkacaktır. Bu yüzden yukarıda biraz dağınık da olsa bahsettiğim anlayışın tamamen tasfiye edilmesi gerekmektedir.
Markar Esayan’ın ifadesiyle “… kol kırılır, yen içinde kalırsa, ataerkil tahkimli bir suç ortaklığı...ve ikiyüzlü muhafazakârlık” devam edecektir.
Yorumlar
Yorum Gönder