Kayıtlar

2010 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

KESK: "Bir Yozlaşma Hikâyesi"

Resim
Bir süredir KESK’te neler yaşandığını; sebep ve sonuçlarıyla birlikte takip etmek amacıyla düzenli olarak gazetelerdeki ve internet medyasındaki haberleri okuyorum. Zaman zaman da Eğitim-sen üyesi öğretmenlerle sohbet ediyorum. Süreçle ilgili çeşitli haberlere ve açıklamalara göz atmak faydalı ama yine de yetersiz görünüyor. Nitekim “bilgiyi üyelerinden saklayan KESK iktidarı” daha büyük “iktidardan” şeffaflık talep ederken iş kendi siciline gelince ya sus pus oluveriyor ya da haklılığını vurgulamak isteyen her yönetici cephesi kendi cümlesini olabildiğince “yüksek sesle ve sert” bir şekilde dille getiriyor. Bana kalırsa KESK yönetimi, bu tavrını büyük oranda yozlaşmaya evrilen pratiklerinden almaktadır. Bundan birkaç sene önce Eğitim-sen şubelerinde çalıştığımızda (yaklaşık iki yıl) şu anda KESK’e yansıyan zihniyet yapısının ta o dönemlerde şekillenmeye başladığını anımsıyorum. Bu yazıda ifade edeceğim hususlar ciddi rahatsızlıklar yaratabilir fakat bunların bizzat tanığı olduğum

Pınar Selek ve "Türk Hukukunun Kapsama Alanı"

Resim
İnsanın bir şeyi yapmaması onun suçsuz olduğu anlamına gelmiyor! Tersinden işleyen her türlü mantıkî tutarsızlığı “adalet” diye yutturmak, kendine has hukuk sisteminin teraziden sapkın haline işaret eder aslında. Mesela “suç” kelimesi; cürüm, günah, hata, hıyanet, ihanet, kabahat, kusur, suçluluk, taksirat, töhmet, vebal, yazık ve ziyan gibi eş anlamları da içerir. Adalet ise âlicenaplık, doğruluk, dürüstlük, eşitlik, hakkaniyet, hoşgörü, insaniyet, iyilik, merhamet, meşruluk, tarafsızlık, vicdan, yansızlık gibi anlamları ifade ediyor. Oysaki hukuk sistemimiz “suç”u ihanet ve hıyanet; adaleti ise töhmetle çokça özdeşleştirir. Bunun canlı örneklerinden biri, Türk hukukunun "ihanet gözlüğü ile görüp töhmet" altında bıraktığı Pınar Selek'tir. Kelimeler önemlidir. Dildeki ve zihindeki kelimeler, birer işarettir. Saussure'e göre dil işareti (gösterge), işaretleyen (gösterenden) ve işaretlenenden (gösterilenden) oluşur. İşaretleyen, dil işaretinin yani bir kelimenin

Güven

Resim
Egemen anlayışın Kürtlerin taleplerine bakışı başından itibaren reddetme politikası üzerine inşa edildi. Birlikte yaşama iradesi sadece bir tarafın yok edilmesi, sömürülmesi, baskı altına alınması anlamına geliyor ise et tırnaktan ayrılamaz gibi laflara inanmak imkânsız hale geliyor. Egemen olanların birlikte yaşamak zorunda olmadıklarını ifade etmesi, esasen ötekine yolu ya da kapıyı gösterme anlamına geliyor. Hukuksuz bir birliktelik, bu ülke insanının yaşam iradesini her gün biraz daha baltalamaya devam ediyor. Açılım politikasının içini doldurmak için malzemeden çalan Erdoğan’a inanmak çok zor; nitekim Erdoğan bu cümleleri kurduğu her günün akşamında izlediğimiz haber bültenlerinde ülke genelinde onlarca Kürt gözaltına alınıyor. Erdoğan açılımın içini tutuklamalarla doldururken egemenlerden tipler; ayrılmayı neden tartışmıyoruz, birlikte yaşamak zorunda mıyız gibi sorular soruyorlar. Sorun Kürtler olduğunda eşit yurttaşlık hakkının uygulanmasını istemeyenler zoruyla aklımıza

Anneciğim, güzelim, bir mendil niye kanar?

Resim
Bir ölünün donuk ve yanık yüzü neler söyler? “Ey beni öldürenler, bu bir savaşsa beni öldürme hakkınıza saygı duyuyorum fakat bedenimi annemin kucağından, babamın gözyaşlarından, kardeşlerimin minik ellerinden mahrum etmeyin. Bırakın sevdiklerim beni doğduğum yere gömsün. Sevdiğim çiçekleri diksin mezarıma; Fırat’ın buz gibi suyunu döksünler yanmış ve yıkılmış bedenime. Biliyorum annemin bembeyaz mendili kana boyandı. O kan, kuruyacak, çocuklar büyüyecek, çeşmelerden kana kana su içecek ceylanlar.” Anne şöyle der: “Çocuğum beni bağışla, seni yıkayıp beyaz kefene saramadım, seni yıkayıp varsa günahlarından arındıramadım. Sana sarılıp gözlerinden, yanaklarından, büyümüş ellerinden öpemedim. Kesilmiş kulaklarına fısıldanamadım seni seviyorum diye. Kırılmış kollarından tutup bağlarda, bahçelerde gezdiremedim. Paramparça edilmiş bacaklarına sarılıp gitme diyemedim. Ey oğul, sen yaşadığın yere ne kadar da çok benziyorsun. Paramparça, yakılmış, yıkılmış, işkenceden geçirilmiş ve öldürülmüş… E

Hikâyesi Gerçek Olan Haklıdır

Savaş dönemlerinin hikâyeleri çoktur ve bu hikâyeleri büyük resimlerin ön yüzünde görmek neredeyse imkânsızdır. Henüz küçük bir çocukken babamın Almanya’dan alıp getirdiği ve elektrik olmadığı için sadece pille çalıştırabildiğimiz radyodan haberleri dinlediğimi anımsıyorum. O gün kullanılan cümleler ile bugün kullanılanlar arasında doğrusu pek fark göremiyorum. O günlerde TRT haber spikerlerinin belli ki ağızlarından köpükler saçılarak ve büyük bir nefret duygusuyla dile getirdikleri “şu kadar bölücü öldürüldü.” sözlerinin bir yerden sonra herhangi bir kıymeti harbiyesi kalmamıştı. Nitekim etrafımızdaki insanlardan ve komşu köylerden öğrendiğimiz kadarıyla asker çok büyük kayıplar veriyor, karakollar ele geçiriliyordu. Resmi söylemin kurguladığı hikâye ile bizim şahit olduğumuz gerçek hikâyenin farklı olduğunu henüz çocuk yaşlarda iken fark etmiştim. 90’lı yıllara geldiğimizde ise işin rengi biraz değişmişti. Nitekim ister JİTEM ister kont-gerilla deyin devletin özellikle yanı başımız

Yolun Sonu Görünmüyor

Son birkaç yazıda AKP’nin özellikle Kürt sorunuyla ilgili çelişkili yaklaşımlarına değindik. Kürt sorununun neredeyse yüzyılı bulan bir dönemde “yokluk” söyleminden “varlık” söylemine evrilmesinin çok sancılı ve acı dolu tecrübelerle sabit olduğunu düşünürsek; “çözüm” aşamasında genellikle “asimilayoncu” yaklaşımla “ertelenmesi” bıktırıcı bir hal almaya başladı. Kuşkusuz ki bu sorunun, Kürt hareketinin öne sürdüğü “tümdengelimci, toptancı” hak talepleriyle çözülmesini beklemek de safdillik olur. Kabul etmek gerekiyor ki toptancı bir yaklaşımla taleplerin öne sürülmesi, devlet nezdinde kabul edilebilir değil. Bu tür konularda dört temel stratejiden bahsetmek mümkün. Bunlardan biri, birtakım “risksiz” hakların uzun bir sürece yayılarak verilmesi. Buna, sıkıştıkça ağza bir parmak bal çalma yöntemi de denebilir. Esasında bu yöntem, taraflar karşılıklı müzakere ettiğinde ve bir yol haritası çizildiğinde tercih edilebilir. İkincisi genel anlamda tarafların müzakere masasına oturup sorunu k

AKP’yi Kendi Söylemleriyle Vurmak

Profesyonel bir hamle ile Deniz Baykal’ın CHP genel başkanlığından alaşağı edilmesi ve CHP’lilerin bir süre biat andı içtikten sonra toplu olarak “kıble” değiştirmesi o kadar hızlı oldu ki AKP’liler bile nasıl bir değerlendirme yapacaklarını şaşırdılar. Daha önceki yazılarda da ifade ettiğimiz gibi “ulusalcı kanadın ve ordunun bir yerden sonra o bildik stratejilerden şimdilik (darbe planları vs.) vazgeçmek zorunda kalacağını” ifade etmiştik. AKP’nin istihbarat kaynaklı bilgiler vesilesiyle medyaya sızdırdığı ve üzerinden oluşturduğu mağduriyet söyleminin bundan sonra ne kadar işe yarayacağı tartışmalı hale gelmiş bulunuyor. Kızılelmacı ittifak, Kılıçdaroğlu ismi üzerinde uzlaşacak ve AKP’nin “yapıyormuş/istiyormuş gibi görünme” stratejisini devralacaktır. Söylemlerini yumuşatıp “halkçı bir imge” üzerinden iktidarı hedefleyeceklerdir. İktidar ele geçirildiğinde (ki bu çok kolay değil. Buna en azından iktidarı dengeleme hedefi de demek mümkün.) gerçekten de AKP’nin işinin çok zor olacağı

Kendine Müslüman Yaklaşımlar ve Çelişkiler

Başından beri AKP hükümetlerinin büyük bir başarıyla gerçekleştirdiği iki strajenin artık toplumun bir bölümü tarafından sevimsiz karşılandığını ifade etmeliyiz. Bunlardan biri, “gündemi belirleyebilme stratejisi”ydi. Bu stratejinin temel ayaklarından biri “emniyet gücü” diğeri ise “medya gücü”ydü. AKP, bu iki gücü profesyonelce kullanarak zaman zaman kendi başarısızlıklarını “gizlemeyi” başardı. Emniyet güçlerinin elde ettiği veriler, periyodik olarak medya gücü tarafından sansasyon yaratacak derecede gündemleştirildi. Bu bir yere kadar statükocuların gerçek yüzünü ve militarizmin ipliğini pazara çıkarmaya da yaradı. Ordunun o eski büyüleyici ve korkutucu karizmasının yerinde bugün yeller esmesinde bunun ciddi bir faydası da oldu. AKP, gündem değiştirme politikasını, “mazlumun mağdur edilmesi” şeklinde işliyordu. Mazlum, dışlandığında partinin eli kolu bağlanıyor; yapmak istedikleri, bir takım güç odakları tarafından engelleniyor ve “halkın partisi” mağdur ediliyordu. Dolayısıyla örne

Öldüğü zaman doğduğu yere gidermiş çocuklar?

Çocukları olanlar daha iyi bilirler, Evlat özleminin ve acısının ne anlama geldiğini… *** Bazen hastalanır çocuk, sen de hastalanırsın. Bazen düşer çocuk, sen yuvarlanacak olursun Bazen elini sıkıştırır bir yere, Senin parmağın morarır. Bazen eline bir şey batar, Sanki çuvaldız batmış gibi hissedersin. Bazen hemşire iğne yapar kalçasına çocuğun, Senin de etin acır. Bazen gece uykusunda sayıklar, Sen uyumadan sayıklarsın Bazen sabahlara kadar ateşlenir, Başucunda nöbete durursun. Bazen kusar, eyvah evim yıkılsın dersin. Bazen yemek yemez, Senin de iştahın kesilir. Bazen sabahlara kadar ağlar, Sen de içinden ağlarsın. Bazen güler, Bahçende çiçekler açar. Yürümeye başlayınca Yüzünde gülücükler açar. Konuşmaya başlayınca, Onun dünyası daha güzel gelir sana. Cümleler kurdukça masumiyetin tadını çıkarırsın. Dünyadaki en güzel duyguları onunla paylaşırsın; En güzel masalları ona anlatırsın En güzel şarkıları ona okursun En güzel ninnileri ona fısıldarsın Belki de en tatlı yalanları ona söyler

Şiddetli Geçimsizlik(!)

“İnsanın doğasında mevcut, bastırılmış bir davranış biçimi olan şiddet sözcüklerde sert, katı davranış; azarlamada ve cezalandırmada aşırı gitme; inandırma ve anlaşmaya varma yerine kaba kuvvet kullanma” şeklinde tanımlanıyor. Başka bir tanımda ise “şiddet, güç ve baskı uygulayarak insanların bedensel veya ruhsal açıdan zarar görmesine neden olan bireysel veya toplu hareketlerin tümüdür.” şeklinde ifade ediliyor. Şiddetin birçok türünden bahsetmek mümkün; fiziksel şiddet, sözlü şiddet, toplumsal ilişkilere uygulanan şiddet, psikolojik şiddet, cinsel şiddet, ekonomik şiddet, aile içi şiddet, eğitimde uygulanan şiddet vb. Kitle iletişim araçlarının saldırganlık ve şiddet olaylarının ortaya çıkmasında ve artmasında herhangi bir payının bulunup bulunmadığı, varsa bu payın ne kadar olduğu her zaman tartışılmıştır. Bu konuda yapılan çalışmalar önemli ipuçları vermekle birlikte, toplumumuzdaki şiddet olgusunu tek başına açıklamaya yetmez. Kitle iletişim araçları aracılığıyla yayımlanan filml

Bizi Hakikatten Ayıran Kültür Başkenti

Bu ülkede bir gün bir ay, bir ay da bir yıl kadar uzundur.İş hatırlamaya gelince "mümkün olduğunca erken unutmak" adettendir. Her gün ülkenin katil, linç hanesine yeni eklerle karşılaşıyoruz. Kültürlüyüz deyip her gün öldürmeye devam ediyoruz. Kültürlüyüz deyip Ermeniyi, Kürdü kendi dilinde konuşturmuyoruz. Katillerin, linççilerin bir süre için meşgul etmiş olduğu hapishanelerde yerler açılıyor. Kelepçelenmiş Kürtleri kapatmak için. Faşizmin en önemli göstergelerinden biridir sıra sıra dizilmiş insanlar. Tektipleştirmek faşizmin özüne uygun bir yaklaşım. Peki kültürel zenginlik bunun neresinde kalıyor dersiniz? Nicedir “kültürel zenginlik” şokundan kendimi alıp yazamadım şu kültür başkenti hikâyesini. Kültürel zenginlik konusunda başa yarıştığını iddia eden anlayış, Romanlarla biraz eğlenip tabiri caizse kurtlarını döktükten sonra onları İstanbul’un en ücra köşelerine fırlatmış mıydı acaba? İstanbul, kültür başkenti olacak diye Sulukule’de oturan Romanlar, kültürleriyle birli

DTP’nin Kapatılması: “Barış ve Kardeşlik Bahane; Savaş Şahane”

“Türkiye ve değişim” kelimelerini yan yana düşünmek “teklik” arzusunun yarattığı kaos ortamında her defasında karşımıza “korku, düşmanlık, linç, kabullenmezlik” duygularını çıkarıyor. Anayasa Mahkemesi’nin “barış ve kardeşlik bahane; teklik, statüko, savaş şahane” tadındaki kararı, Kürtlerin siyasi alanda mücadele etme planının ne kadar zor olduğunu bir kez daha ispatladı. Başından beri AKP’nin DTP’yi manipüle etme, PKK’yi tasfiye etme planlarını bilmeyenimiz yok. Batasuna örneğini veren AKP, sıranın kendisine bir daha gelebileceğini unutmuşa benziyor. Oysaki Ergenekon ile başlayan mücadeleyi kimin kazanacağını henüz bilmiyoruz. Mücadeleyi CHP-MHP-Ergenekon-Ordu (ileriki dönemde M. Sarıgül ve Abdullatif Şener’in de bu cepheye dahil olacağını göreceğiz) kazanırsa hiç şaşmam. Nitekim DTP kararı, AKP’nin tasfiyesini de akla getirmiyor değil. AKP, bu savaşı bitirmeyenlerin her defasında nasıl iktidardan uzaklaştığını biliyordur sanırım. Türk devlet geleneğinde, barış söylemlerinin ardında

Tarihsel Bellek: “Yalanlarla ve Hilelerle Baş etmek”

Özlemi duyulan objektif bir tarih yazımı için araştırma yapmak ve yazmak toplumsal bellek açısından önemlidir. Son olarak Dersim tartışmaları sırasında insanların, çoğu zaman ezbere konuşma geleneğinin dışına çıkamadıklarını bir kez daha gördük. Çünkü Dersim tartışması bize şunu hatırlattı; “katliam olduğunu söylüyorsan dayanaklarını, kaynaklarını, sözlü tarih çalışmalarını göstermelisin” Esasen bunun bir katliam olduğunu o döneme tanıklık eden yaşlılardan biliyoruz. İnsanlar, katliamı birinci ağızlardan dinleme imkânına sahip olmuştur. Ancak bunların arşivlenmesi, belgelendirilmesi aşamasının çok yetersiz olduğunu söylemeliyiz. 1938 yılı uzak bir tarih olmamasına rağmen toplumsal belleklerin bu kadar bulandırılması, zayıflaması anlaşılmazdır. Sanki olay, M.Ö 4000 yılında olmuş biz de dönemin kaynakları hakkında yeterli bilgiye ulaşamıyoruz havasına girmek anlamsızdır. Shahrzad Mojab o dönemler için özetle; “uluslararası düzenin, Birleşmiş Milletlerin, Kürtlerin kendilerini ifade etme

Açılımda Küçük Bir Test

Yaz ortasından beri “demokratik açılım süreci” adı altında yaşanan gelişmelerin nereye evrileceğini doğrusu herkes merakla bekliyordu. Kimi çevrelere göre PKK'yi tasfiye, DTP'yi marjinalize etme amacı taşıyan bu devlet projesi, Kürtlerin gözünü boyamaktan öteye geçmeyecekti. Kimi çevreler sürecin Kürtlerle sınırlı kalmasını eleştirirken, kimi çevreler gerçek bir demokrasi için anayasal değişikliklerin şart olduğunu; AKP’de ise böyle bir iradenin belirmediğini öne sürüyordu. MHP ve CHP gibi ırkçı partiler hariç sürecin, gerçek bir kardeşleşme ve barış ile nihayete ermesi gerektiğini söyleyenlerin sayısı da azımsanacak gibi değildi. AKP’nin açılımdaki ısrarı, Taraf, Star, Zaman, Yeni Şafak gibi gazete çevrelerinin ve demokratların yüreğine su serperken uzun bir süre “muhatap sorunu” ile meşgul olundu. Büyük oranda böyle bir sürecin yükünü tek başına kaldıramayacağı anlaşılan DTP, süreçte sürekli olarak Öcalan’ın muhatap alınması gerektiğini dillendirip durdu. Öcalan ise kendi cep

Askeri Yardıma Çağırma Geleneği

Türkiye’nin tarihi bize militaristlerin doğruları neyse bu ülkenin yalanlarının tam da onlardan ibaret olduğunu söyler. Eleştirdiğimiz bazı yönleri olsa da Taraf gazetesinin militarizmin ipini pazara çıkarmasına çok şey borçluyuz. Kalın ve yüksek duvarlarla örülmüş “devlet ideolojisinin ve onun dayandığı üstün hukuk” dayanağının aşılması için Taraf gazetesinin yürütmüş olduğu mücadele çok değerli. Başından beri Türkiye’nin problemlerini çözebilmesi için öncelikle “ordunun sivil alandan tamamen çekilmesi gerektiği yönündeki Taraf stratejisi” önemli aşamalar kaydetti. Ordudan ödü kopan AKP hükümetine bile zaman zaman cesaret verdi. Demokrasi taleplerinin tamamen kulak ardı edildiği zamanlarda gündem yaratmayı başardı Taraf. Toplumsal gelişimi ve değişimi, tekellerindeki “enjeksiyon sistemi”ne bağlayan militarist devlet anlayışının hukuki anlamda sığındığı anayasal maddelerin tartışılmaya başlanması, toplumun kendi kararlarını sivil siyaset yoluyla almasına vesile olabilir. Bu ise Türki

Üstünlük İdeolojisi ve Ötekinin Gücü

Aklını yitirmiş bir toplumun problem çözme kapasitesi sınırlıdır. Çünkü önce yitirilmiş aklın bulunması gerekir. Cumhurbaşkanı Gül’ün Kürt sorunuyla ilgili yarım ağız konuşmaları bu ülkede düşünce üzerindeki baskılardan ülkenin en üst düzey yöneticisinin bile payına düşeni aldığını gösteriyor. Hoşgörü, tesamüh ve müsamaha çerçevesinin dışına çıkmayan bir adıma karşın Kürtlerin on adımla karşılık verdiğine tanık oluyoruz. Onu kullanan kesimlerce bir “üstünlük” bağışladığından sorunlu bir kavram olan hoşgörü; barışa olan özlem için önemli bir adım olarak değerlendiriliyor. Dinsel, kültürel, siyasal bakımdan Kürt sorunuyla ilgili en üst düzeyde söylenen sözlerin “ötekine” katlanma, ona dönük bir jest/lütuf olarak yansıtılmasının altında hangi gerçeklerin yattığını çoğumuz ırkçı ders kitaplarından biliyoruz. Bu tolerans/hoşgörü, “ötekine” tanınmış bir hayat hakkını ifade eder. O hayat, Türk’ün ulu devletinin tanıdığı bir haktır. Onu veren de alacak olan da yüce! Türk devletidir. Ancak soru

Akıl Ne Yana Düşer Vicdan Ne Yana?

Türkiye ilginç bir ülke. Güçlü bir potansiyeli olmasına rağmen ekonomik, teknolojik, eğitsel ve insan hakları açısından gelişmişlikte dünya sıralamasının en alt basamaklarında yer alması insanı ister istemez düşündürüyor. Medya-yorum girişlerini yaptığımız için Türkiye’nin gerçek gündeminin ne kadar sık değiştiğini gözlemleme imkânımız oluyor. Ancak tüm bu hengame içinde hemen hiç değişmeyen temel gündemlerden birinin Kürt sorunu ve onun etrafında yaşanan gerginlikler ve hak ihlalleri olduğu gözden kaçmıyor. Bu yüzden doksan yıllık bir sorunun birikiminden bahsedilmesi kadar doğal bir şey olamaz sanırım. Bu doksan yıllık yorgunluğun nedenleri herkesin malumu ancak devletin şiddet kullanımındaki dozuna her gün farklı versiyonlar ekleniyor. Öyle ki denenmedik şiddet ve öldürme yöntemi kalmadı sanırım. Şiddet kullanımında sınır tanımazlık savaş kurallarını da alt üst edecek nitelikte. Şiddet, bir konsept biçimi olarak sadece gerillaya karşı yapılan operasyonlarda değil ülkenin en ücra kö