Kendine Müslüman Yaklaşımlar ve Çelişkiler
Başından beri AKP hükümetlerinin büyük bir başarıyla gerçekleştirdiği iki strajenin artık toplumun bir bölümü tarafından sevimsiz karşılandığını ifade etmeliyiz. Bunlardan biri, “gündemi belirleyebilme stratejisi”ydi. Bu stratejinin temel ayaklarından biri “emniyet gücü” diğeri ise “medya gücü”ydü. AKP, bu iki gücü profesyonelce kullanarak zaman zaman kendi başarısızlıklarını “gizlemeyi” başardı. Emniyet güçlerinin elde ettiği veriler, periyodik olarak medya gücü tarafından sansasyon yaratacak derecede gündemleştirildi. Bu bir yere kadar statükocuların gerçek yüzünü ve militarizmin ipliğini pazara çıkarmaya da yaradı. Ordunun o eski büyüleyici ve korkutucu karizmasının yerinde bugün yeller esmesinde bunun ciddi bir faydası da oldu. AKP, gündem değiştirme politikasını, “mazlumun mağdur edilmesi” şeklinde işliyordu. Mazlum, dışlandığında partinin eli kolu bağlanıyor; yapmak istedikleri, bir takım güç odakları tarafından engelleniyor ve “halkın partisi” mağdur ediliyordu. Dolayısıyla örneğin işsizliğe, yoksulluğa ve ekonomik darboğaza dair politikalar hayata geçirilemiyor gibi bir hava yaratılıyor; farklı kulvarlarda “halk adına çarpışmak” zorunda kalan AKP, büyük bir cesaret timsali halkın ve demokrasinin vazgeçilmez savaşçısı oluyordu.
Esasında AKP, çelişkiler yumağı içinde yüzen tutarsız partilerin başında gelir. Kırmızı çizgileri ve ideolojik bakış açısı çok daha sert MHP ve CHP gibi partilerin, “kendi düşünsel yapıları içinde tutarlı” davrandıklarını bile ifade edilebiliriz. Çünkü onlar, zaten “kendilerine yakışanı” yapıyorlar. Ancak AKP, farklı bir hava yaratmayı başarmış, insanların beklentilerini karşılama potansiyeline sahip bir organizasyondu. Başkanı Kasımpaşalı bir “halk çocuğu”ydu ve bir şiir okudu diye hapse atılmıştı. Halka göre kendisini en iyi temsil edecek ve anlayacak olan da O’ydu. Fakat bugün, AKP’nin özellikle de demokratikleşme ve ekonomik konulardaki derin çelişkileri/hataları, başta Kürtler, işsizler, Aleviler, Ermeniler olmak üzere önemli bir kesimi çileden çıkaracak boyutlara ulaştı. Barış dendi, savaş devam ediyor, Alevilere hak verilecek dendi, ortada hiçbir somut adım görünmüyor. Roman açılımı dendi, Romanlar yerinden yurdundan edildi, başörtüsü konusunda hiçbir ciddi adım atılamadı vs. Katsayı konusu ise her defasında yargıdan döndü.
Alevi, Roman, Ermeni, Kürt açılımı söylemlerinin tamamen bir oyalama, göz boyama ve “yapıyormuş gibi görünme”den ibaret olduğunun farkına varmak gerçekten uzun bir zaman aldı. Yoksulluk bitmedi, etin fiyatı 30 TL’ye çıktı. Ekmek 75 kuruş oldu. Soğan bile 3,5 TL oldu. Özellikle memur, emekli ve asgari ücretlilerin maaşlarında 2002 yılından beri hiçbir ciddi artış olmadı. Tüm bu kesimlere verilen komik zamlardan sonra elektrik, doğalgaz, su, yol ücretlerine kat be kat zam yapıldı. Diğer zamları saymaya gerek yok, zaten herkes biliyor. Ücretsiz hale getirildi denen ilaç ve hastane ücretleri eskisine nazaran kat be kat arttı. Aslında umutların korunması adına AKP’ye ciddi bir fırsat ve süre verildiğini kabul etmek gerekiyor. Fakat artık AKP’nin “kendine ve destekçilerine ekonomik refah ve kadrolaşma” perspektifinin toplumda ciddi bir tepki aldığı söylenebilir. Nitekim işyerlerinde, sokaklarda yapılacak küçük bir sohbet bile AKP’nin insanların büyük ve ciddi beklentilerinden ziyade kendi “ekonomik potansiyelini” geliştirmeye dönük hamleler yaptığına işaret ediyor. Bu, Türkiye siyasetinde bir hastalıktı ve AKP bunu aşmayı denemedi bile.
Bugün artık AKP’nin devlet kadrolarını ve kaynaklarını “kendi eğitimini, kendi polisini, kendi medyasını, kendi dersanelerini, kendi üniversitelerini vb.” korumak, kollamak ve genişletmek adına sonuna kadar kullandığına inanmaya başlayan insan sayısı azımsanamayacak derecede artmış durumda. AKP’nin yoksullara dönük politikası ise insanları sadece “yoksul kimlikli” hale getirdi. Bu, utanılacak bir sonuçtu. Nitekim yoksulların hayatı, iktidar partisinin seçim kazanmasına endekslenmiş, karnını doyurmak için oy satan ve “iktidardan dilenen kimlikler”e dönüştürüldü. Yoksulun, varoşun yanında yer alan mazlum ve mağdur dostu AKP imajı, böylece çatırdamaya başladı.
Baştan beri yazılarımda hep şunu söylemeye çalıştım. 85 yıllık kemikleşmiş bir gelenekle, iktidar/güç mücadelesine giren AKP’nin bu mücadeleyi kazanıyor gibi göründüğüne kanmamak gerekiyor. Lakin bu iktidar savaşında kimin kazanacağı henüz netleşmiş değil. Bu tür durumlarda ise atla katır tepişirken doğru politik yaklaşımlar sergilenemediği takdirde genelde olan “ötekilere” olur. TSK, yargı, CHP, MHP, DP, TDP vb. bir yapıların kolay kolay alt edilemeyeceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz. Bu cephenin dünyada hangi güç odaklarıyla işbirliği yapabileceği ise çok kritik. Örneğin İsrail’in AKP hükümetine eski desteği vereceğini düşünmek artık çok zor. Yine ABD’nin İran’ı ve Filistin’i kollar gibi görünen bir AKP’den desteğini çekip Ergenekoncu kanattan alacağı tavizler karşılığında strateji değiştirebileceğini unutmamak gerekiyor. Veya Ergenekoncu kanat da AKP’nin verebileceklerini biz verelim diyebilir.
AKP hükümetinin 2002 yılından bu yana çoğu zaman yanında hissettiği liberal kesimin (özellikle Taraf gazetesi çevresi, belli gazetelerin köşe yazarları, bazı üniversitelerin liberal öğretim üyeleri) ise Kürt hareketinin yeni stratejisi karşısında nasıl bir pozisyon alacağı çokta netleşmiş değil. Şimdilik demokrasi yanlısı görünüp manipülatif söylemlerin temsilciliğini de yapan bir kesimden bahsediyorum. Kürtlerin AKP’ye destek vermeyerek büyük kayıplara uğrayacağını (ki bunun doğruluk payı yok değil) ifade eden bu liberal kesim; son seçimlerden bu yana gittikçe şiddetlenen Kürt karşıtlığını gündeme getirmediği gibi Kürtlerin kimliksel taleplerini bir başka bahara öteleme önerisinde birleşiyorlar. Bu yönüyle tutumları eski solcularındakinden farklı değil.
Öte yandan Doğan medyasının gücü, tam anlamıyla kırılabilmiş değil. Doğan medyası muhtemel bir AKP sarsıntısında, tasfiye edilecek İslami medyayı devralacak bir güç olarak kodlanmaya devam edilecektir. İş çevreleri ise şu an için bekle ve gör politikasını gütmekte. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği ile kanka olan Erdoğan, şimdilik onlarla da köprüleri atmışa benziyor.
Belediye başkalarının da aralarında bulunduğu yüzlerce Kürt’ün sıra sıra dizilip kelepçelenerek hapishanelere atılması Kürt hareketi açısından kırılma noktasına işaret ediyordu. Bu kırılma, AKP politikalarından tamamen umudun kesilmesi anlamına geliyordu. Kürt hareketi, 2002 yılından bugüne kadar ısrarla taşımaya devam ettiği “belki bir şeyler olabilir mantığını” terk etti çünkü artık kendisinin hiçbir şekilde muhatap alınmak istenmediğini ve tamamen tasfiye edilmeye çalışıldığını düşünmeye başladı. Kürt hareketi açısından bu koşullarda şu soru hiçbir şey ifade etmiyor; “hangi iktidar bizi daha az veya daha çok ezecek?” Gelinen son aşamada Öcalan’ın vurguladığı nokta bence şudur: “kölelik köleliktir, az köleliğe razı olmak da köleliğe razı olmaktır oysaki onurlu bir duruş sergilenirse kölelikle baş edilebilir.” Dünyanın her yerinde PKK gibi hareketler, iktidarın kendilerini muhatap almadığını görünce onun değişmesini veya devrilmesini en azından bir şans olarak görürler. Kürt hareketi açısından AKP’nin tek tutarlı yanı, TSK ile (muhtemelen Dolmabahçe görüşmelerinde) varılan mutabakata AKP’nin sonuna dek sadık kalmasıydı.
AKP’nin zaman zaman ezber bozar çıkışlarıyla tamamen çelişen söylemleri insan psikolojisini alt üst edecek düzeylere varıyordu. Ermeni sorununu çözeyim derken Ermenileri sınır dışı etme söylemi, Filistinliler için “one minute” çıkışını yaparken kendi Müslümanlarına karşı kullanmak üzere ordusunu İsrail heronlarıyla donatmak, Kürt açılımı derken Kürtleri, onurlarını ayaklar altına alacak derecede kelepçeleyip tek sıraya dizmek, Kürt çocuklarının toplamda binlerce yılı bulacak şekilde cezalandırılmasını izlemek, Ergenekon’u bitireyim derken Kürt topraklarındaki 17 bin faili meçhulü, 3 bin kaybı soruşturmanın kapsamı dışında tutmak, Alevi problemini çözeyim derken cem evlerini cümbüş evi olarak nitelemek, Roman açılımı derken onları yerlerinden etmek, hesap verilebilirliği savunurken dokunulmazlığa sahip çıkmak, çok kültürlülük derken tek dil, tek millet gibi kavramları vurgulamak, partilerinin kapatılması davasında mağduru oynarken DTP’nin kapatılmasını adeta alkışlamak, bahar ile birlikte ordunun topyekün bir temizlik harekatına katılmasına seyirci kalmak vs. TRT Şeş ve Kürtçe kursları verdik nankörlük yapmayın gibi söylemler de cabası.
Büyük oranda “kendine Müslüman bir ruh haliyle” girişilen anayasa değişikliği sürecinde de AKP klasik “herkesi dinlemeye hazırız.” taktiğiyle hareket etti. Birçok kesimi de dinledi. Fakat sonuçta yine “kendi bildiğini” okudu. (Bu arada siyasi partilerin kapatılması ile ilgili maddenin paketten düşmesini daha çok Kürtlerin cezalandırılmasını isteyen faşist bir iradeye bağlıyorum.) Neticede BDP’nin MHP ve CHP ile aynı kulvarda görünmesinin altında yukarıda saydığımız düş kırıklıkları ve gerçekler yatıyor. Sözkonusu süreçte BDP’nin temel stratejilerinden biri en azından elindeki kozu kazanıma (barajın düşürülmesi, TMK vb.) dönüştürmek şeklinde oldu. Ancak süreçte AKP, BDP’nin önerilerini dikkate almadan hareket edince BDP, MHP ve CHP ile aynı çizgide görünür oldu. Bunun BDP’nin oylarını ciddi şekilde etkileyebileceğini ben şahsen düşünmüyorum. Bunun bir ilkesizlik olduğuna da katılmıyorum. Kaldı ki paket bu haliyle geçse bile anayasa mahkemesi tarafından iptal edilebilir. Bu, AKP’nin de istediği bir şey aslında. Bu sayede çok iyi oynadığı “mağdur” rolünü cebine koyarak seçime gidebilir. Ancak bu mağduriyet hissiyatı AKP’ye %47 gibi bir oy getirmeyecektir. Neticede seçime nasıl gidilirse gidilsin sekiz yıllık bir iktidarın "mağduriyet" söylemi ise eskisi gibi kabul görmeyecektir.
Esasında AKP, çelişkiler yumağı içinde yüzen tutarsız partilerin başında gelir. Kırmızı çizgileri ve ideolojik bakış açısı çok daha sert MHP ve CHP gibi partilerin, “kendi düşünsel yapıları içinde tutarlı” davrandıklarını bile ifade edilebiliriz. Çünkü onlar, zaten “kendilerine yakışanı” yapıyorlar. Ancak AKP, farklı bir hava yaratmayı başarmış, insanların beklentilerini karşılama potansiyeline sahip bir organizasyondu. Başkanı Kasımpaşalı bir “halk çocuğu”ydu ve bir şiir okudu diye hapse atılmıştı. Halka göre kendisini en iyi temsil edecek ve anlayacak olan da O’ydu. Fakat bugün, AKP’nin özellikle de demokratikleşme ve ekonomik konulardaki derin çelişkileri/hataları, başta Kürtler, işsizler, Aleviler, Ermeniler olmak üzere önemli bir kesimi çileden çıkaracak boyutlara ulaştı. Barış dendi, savaş devam ediyor, Alevilere hak verilecek dendi, ortada hiçbir somut adım görünmüyor. Roman açılımı dendi, Romanlar yerinden yurdundan edildi, başörtüsü konusunda hiçbir ciddi adım atılamadı vs. Katsayı konusu ise her defasında yargıdan döndü.
Alevi, Roman, Ermeni, Kürt açılımı söylemlerinin tamamen bir oyalama, göz boyama ve “yapıyormuş gibi görünme”den ibaret olduğunun farkına varmak gerçekten uzun bir zaman aldı. Yoksulluk bitmedi, etin fiyatı 30 TL’ye çıktı. Ekmek 75 kuruş oldu. Soğan bile 3,5 TL oldu. Özellikle memur, emekli ve asgari ücretlilerin maaşlarında 2002 yılından beri hiçbir ciddi artış olmadı. Tüm bu kesimlere verilen komik zamlardan sonra elektrik, doğalgaz, su, yol ücretlerine kat be kat zam yapıldı. Diğer zamları saymaya gerek yok, zaten herkes biliyor. Ücretsiz hale getirildi denen ilaç ve hastane ücretleri eskisine nazaran kat be kat arttı. Aslında umutların korunması adına AKP’ye ciddi bir fırsat ve süre verildiğini kabul etmek gerekiyor. Fakat artık AKP’nin “kendine ve destekçilerine ekonomik refah ve kadrolaşma” perspektifinin toplumda ciddi bir tepki aldığı söylenebilir. Nitekim işyerlerinde, sokaklarda yapılacak küçük bir sohbet bile AKP’nin insanların büyük ve ciddi beklentilerinden ziyade kendi “ekonomik potansiyelini” geliştirmeye dönük hamleler yaptığına işaret ediyor. Bu, Türkiye siyasetinde bir hastalıktı ve AKP bunu aşmayı denemedi bile.
Bugün artık AKP’nin devlet kadrolarını ve kaynaklarını “kendi eğitimini, kendi polisini, kendi medyasını, kendi dersanelerini, kendi üniversitelerini vb.” korumak, kollamak ve genişletmek adına sonuna kadar kullandığına inanmaya başlayan insan sayısı azımsanamayacak derecede artmış durumda. AKP’nin yoksullara dönük politikası ise insanları sadece “yoksul kimlikli” hale getirdi. Bu, utanılacak bir sonuçtu. Nitekim yoksulların hayatı, iktidar partisinin seçim kazanmasına endekslenmiş, karnını doyurmak için oy satan ve “iktidardan dilenen kimlikler”e dönüştürüldü. Yoksulun, varoşun yanında yer alan mazlum ve mağdur dostu AKP imajı, böylece çatırdamaya başladı.
Baştan beri yazılarımda hep şunu söylemeye çalıştım. 85 yıllık kemikleşmiş bir gelenekle, iktidar/güç mücadelesine giren AKP’nin bu mücadeleyi kazanıyor gibi göründüğüne kanmamak gerekiyor. Lakin bu iktidar savaşında kimin kazanacağı henüz netleşmiş değil. Bu tür durumlarda ise atla katır tepişirken doğru politik yaklaşımlar sergilenemediği takdirde genelde olan “ötekilere” olur. TSK, yargı, CHP, MHP, DP, TDP vb. bir yapıların kolay kolay alt edilemeyeceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz. Bu cephenin dünyada hangi güç odaklarıyla işbirliği yapabileceği ise çok kritik. Örneğin İsrail’in AKP hükümetine eski desteği vereceğini düşünmek artık çok zor. Yine ABD’nin İran’ı ve Filistin’i kollar gibi görünen bir AKP’den desteğini çekip Ergenekoncu kanattan alacağı tavizler karşılığında strateji değiştirebileceğini unutmamak gerekiyor. Veya Ergenekoncu kanat da AKP’nin verebileceklerini biz verelim diyebilir.
AKP hükümetinin 2002 yılından bu yana çoğu zaman yanında hissettiği liberal kesimin (özellikle Taraf gazetesi çevresi, belli gazetelerin köşe yazarları, bazı üniversitelerin liberal öğretim üyeleri) ise Kürt hareketinin yeni stratejisi karşısında nasıl bir pozisyon alacağı çokta netleşmiş değil. Şimdilik demokrasi yanlısı görünüp manipülatif söylemlerin temsilciliğini de yapan bir kesimden bahsediyorum. Kürtlerin AKP’ye destek vermeyerek büyük kayıplara uğrayacağını (ki bunun doğruluk payı yok değil) ifade eden bu liberal kesim; son seçimlerden bu yana gittikçe şiddetlenen Kürt karşıtlığını gündeme getirmediği gibi Kürtlerin kimliksel taleplerini bir başka bahara öteleme önerisinde birleşiyorlar. Bu yönüyle tutumları eski solcularındakinden farklı değil.
Öte yandan Doğan medyasının gücü, tam anlamıyla kırılabilmiş değil. Doğan medyası muhtemel bir AKP sarsıntısında, tasfiye edilecek İslami medyayı devralacak bir güç olarak kodlanmaya devam edilecektir. İş çevreleri ise şu an için bekle ve gör politikasını gütmekte. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği ile kanka olan Erdoğan, şimdilik onlarla da köprüleri atmışa benziyor.
Belediye başkalarının da aralarında bulunduğu yüzlerce Kürt’ün sıra sıra dizilip kelepçelenerek hapishanelere atılması Kürt hareketi açısından kırılma noktasına işaret ediyordu. Bu kırılma, AKP politikalarından tamamen umudun kesilmesi anlamına geliyordu. Kürt hareketi, 2002 yılından bugüne kadar ısrarla taşımaya devam ettiği “belki bir şeyler olabilir mantığını” terk etti çünkü artık kendisinin hiçbir şekilde muhatap alınmak istenmediğini ve tamamen tasfiye edilmeye çalışıldığını düşünmeye başladı. Kürt hareketi açısından bu koşullarda şu soru hiçbir şey ifade etmiyor; “hangi iktidar bizi daha az veya daha çok ezecek?” Gelinen son aşamada Öcalan’ın vurguladığı nokta bence şudur: “kölelik köleliktir, az köleliğe razı olmak da köleliğe razı olmaktır oysaki onurlu bir duruş sergilenirse kölelikle baş edilebilir.” Dünyanın her yerinde PKK gibi hareketler, iktidarın kendilerini muhatap almadığını görünce onun değişmesini veya devrilmesini en azından bir şans olarak görürler. Kürt hareketi açısından AKP’nin tek tutarlı yanı, TSK ile (muhtemelen Dolmabahçe görüşmelerinde) varılan mutabakata AKP’nin sonuna dek sadık kalmasıydı.
AKP’nin zaman zaman ezber bozar çıkışlarıyla tamamen çelişen söylemleri insan psikolojisini alt üst edecek düzeylere varıyordu. Ermeni sorununu çözeyim derken Ermenileri sınır dışı etme söylemi, Filistinliler için “one minute” çıkışını yaparken kendi Müslümanlarına karşı kullanmak üzere ordusunu İsrail heronlarıyla donatmak, Kürt açılımı derken Kürtleri, onurlarını ayaklar altına alacak derecede kelepçeleyip tek sıraya dizmek, Kürt çocuklarının toplamda binlerce yılı bulacak şekilde cezalandırılmasını izlemek, Ergenekon’u bitireyim derken Kürt topraklarındaki 17 bin faili meçhulü, 3 bin kaybı soruşturmanın kapsamı dışında tutmak, Alevi problemini çözeyim derken cem evlerini cümbüş evi olarak nitelemek, Roman açılımı derken onları yerlerinden etmek, hesap verilebilirliği savunurken dokunulmazlığa sahip çıkmak, çok kültürlülük derken tek dil, tek millet gibi kavramları vurgulamak, partilerinin kapatılması davasında mağduru oynarken DTP’nin kapatılmasını adeta alkışlamak, bahar ile birlikte ordunun topyekün bir temizlik harekatına katılmasına seyirci kalmak vs. TRT Şeş ve Kürtçe kursları verdik nankörlük yapmayın gibi söylemler de cabası.
Büyük oranda “kendine Müslüman bir ruh haliyle” girişilen anayasa değişikliği sürecinde de AKP klasik “herkesi dinlemeye hazırız.” taktiğiyle hareket etti. Birçok kesimi de dinledi. Fakat sonuçta yine “kendi bildiğini” okudu. (Bu arada siyasi partilerin kapatılması ile ilgili maddenin paketten düşmesini daha çok Kürtlerin cezalandırılmasını isteyen faşist bir iradeye bağlıyorum.) Neticede BDP’nin MHP ve CHP ile aynı kulvarda görünmesinin altında yukarıda saydığımız düş kırıklıkları ve gerçekler yatıyor. Sözkonusu süreçte BDP’nin temel stratejilerinden biri en azından elindeki kozu kazanıma (barajın düşürülmesi, TMK vb.) dönüştürmek şeklinde oldu. Ancak süreçte AKP, BDP’nin önerilerini dikkate almadan hareket edince BDP, MHP ve CHP ile aynı çizgide görünür oldu. Bunun BDP’nin oylarını ciddi şekilde etkileyebileceğini ben şahsen düşünmüyorum. Bunun bir ilkesizlik olduğuna da katılmıyorum. Kaldı ki paket bu haliyle geçse bile anayasa mahkemesi tarafından iptal edilebilir. Bu, AKP’nin de istediği bir şey aslında. Bu sayede çok iyi oynadığı “mağdur” rolünü cebine koyarak seçime gidebilir. Ancak bu mağduriyet hissiyatı AKP’ye %47 gibi bir oy getirmeyecektir. Neticede seçime nasıl gidilirse gidilsin sekiz yıllık bir iktidarın "mağduriyet" söylemi ise eskisi gibi kabul görmeyecektir.
Yorumlar
Yorum Gönder