ERGENEKON: Dik Yamaç
Öncelikle Ergenekon’un kelime anlamı ile başlamakta fayda var. Malum, liselerde okutulan Türk Edebiyatı ders kitaplarına göre “ergene”; dağın doruğu olan yere, dağ kemeri, “kon” ise dik anlamına geliyor. İki kelimenin birleşmesiyle “dik yamaç” anlamı ortaya çıkıyor. İnsan, son dönem Ergenekon Operasyonu ile ilgili her haberi okuduğunda/izlediğinde; acaba derin devletin ardına sığındığı bu “dik yamaç”lar aşılabilecek mi? sorusunu sormadan edemiyor.
Ergenekon’dan beri dört yanın düşmanlar ile çevrili olduğu olgusu hiç değişmedi. Dağların ardına yol düşmez, iz bulunmaz bir yer bulup yurt tutanlar, o gün bugündür sınırlarına kimseyi yaklaştırmadılar, düşman gördüklerine saldırıp tekrar aşılmaz dik yamaçların ardına sığındılar. Onlara göre dışarıdaki herkes, önce Türk’tü. Dünya tarihi Türk’ün tarihi, dünya dili Türk’ün diliydi. Kürtler de dağlarda yaşadıklarına göre "dağ Türkleri"ydi. Sonradan ise ülkedeki tüm etnik yapılar, Türklere hile yaparak kutsal devletlerini yenilgiye uğratmak için türlü planlar yapan hilekârlardı, birliklilerini bozmaya çalışan hainler ve bölücülerdi.
Edebiyat tarihçileri destanları, doğal ve yapay diye ikiye ayırırlar. Çoğu Türk Edebiyatı tarihçisine göre Ergenekon, Türklerin doğal destanlarından en önemlisidir. Fakat bu destan, doğal bir destanın yapaylaştırılmasına önemli bir örnektir. Buna göre; vuruşa vuruşa dik yamaçların ardına çekilenlerin adı Ergenekon, yarattıkları destan ise yapay Ergenekon Destanı oluyordu. Bu destan kan ve göz yaşı, tehdit ve şiddet üzerine kuruluyor; karşı çıkanlar kılıçtan geçiriliyor, tüfek icat edilip mertlik bozulunca silah, bomba, tank, top kullanmaktan çekinilmiyordu. Yollarını bilip de kendilerine ulaşmaya çalışanları, sarp yollarda, izbe sokaklarda yuvarlayıp paramparça ediyor; devletin bekası, toplumun iyiliği için darbeler yapılıyordu. Dik yamacın ardında akarsular, türlü yemişler, çil çil altınlar, her derde deva bitkiler vardı. Dik yamacın öte yanında ise avlar. Kutsal av törenlerinde kımız içip koşuklar söyleniyor, ince hesaplar yapılıyordu.
Aradan yıllar geçtikçe çoğalıyor, çoğalıyor, çoğalıyorlardı. O denli ki Ergenekon'a sığamaz oluyorlardı. Çare bulmak için, “dik yamaçların ardından çıkıyor; “kim bize dost olursa biz de onunla dost olalım, kim bize düşman olursa biz de onunla düşman olalım.” diyorlardı. Çıkmak için, odun kömürü ateşlenip körükleniyor, demir dağ eritilip akıtılıveriyor, kızgın ateşte kurbanlar yanıyordu. Ağızlar sulanıyor, sulanıyordu.
Sonra nereden çıktığı bilinmeyen gök yeleli bir Bozkurt çıkıyordu. Bozkurt gelip, önlerine dikilip duruyordu. Herkes anlıyordu ki yolu gösterecek. Bozkurt yürüyor; ardından da Ergenekon çetesi yürüyordu. Her Türk asker doğar, ne mutlu Türküm diyene, vatan sana canım feda sesleri arasında ayı postundan postallar deliniyordu. Böylece vatan için kurşun atan şerefli, o kurşunu yiyenler de şerefsiz, gavur, kâfir, sözde vatandaş bazen de dinci, irticacı oluyordu. Çıkışı simgeleyen 21 Mart günü, Ergenekonculara bayram ve helal, başkasına yasak ve haram oluyordu. Ta ki, bütün millet Ergenekoncuların buyruğu altına girene kadar bu böyle gidecekti. Ne var ki kimileri de bunu iyi karşılamıyor, karşı çıkıyordu. Karşı çıkanlarla vatanın kutsallığını, namusunu ve şerefini korumak adına savaşılıyor, kanlar dökülüyordu. Faili belliler ve faili belirsizler işleniyor, toplu linç ayinleri düzenleniyordu.
Ergenekon, merkezi devlet içindeki dik yamaçlara, ucu yargıya, siyasete, üniversitelere, barolara, militarizme, sivil görünümlü faşizan örgütlere, derneklere dayanan geniş bir organizasyondu artık. Baskı, şiddet, şantaj açıktan açığa ifade ediliyor, bazıları güpegündüz sokak ortasında ensesinden vuruluyordu. Devletin bekası için cumhuriyetin bayraktarlığını yapan Cumhuriyet gazetesi, Danıştay gibi kurumlara bile bombalar atılıyor, baskınlar yapılıyor, Uğur Mumcu, Abdi İpekçi gibi ünlü gazetecilere suikastler gerçekleştiriliyordu. Böylece sistemin tehlikede olduğu halkımıza yutturulmaya çalışılıyor, halktan bölücülere, dincilere, gavurlara tepki göstermeleri isteniyordu.
Bir destanın, bir operasyonla bitmesi mümkün müdür? Bunu süreç gösterecek. Kimine göre bu; “kara operasyonunun zamanlamasından kapatma davasının zamanlamasına giden ve ABD’nin çizdiği bir yol”, kimine göre; “darbeci, statükocu Kemalizmin son çırpınışları”ydı. Kimi de “bu dava kapsamında gözaltına alınanlardan birinin dahi devletin içinden [dik yamaçlarda oturanlardan] bir isim olmadığına” işaret ediyordu. Kimine göre de “gözaltına alınanlar, işi laçkalığa, yüzsüzlüğe vuran gözden çıkarılmış popüler isimlerdi. Dik yamacın arkasında koca bir ordu, yıllarca ülkeyi sömüren CHP ve ülkenin “adaletli” savcı ve yargıçları duruyordu.”
Seyirci kalmak her zaman iyi olmayabilir. Beğenmediğimiz ve eleştirdiğimiz çoğu politikalarına rağmen; bu yapay destandan canı yanan, ruhu daralan, kurşun yiyen, linçe uğrayan, sınırlara hapsedilen, hapis yatan, ötekileştirilen herkesin Ergenekon soruşturmasını desteklemesi gerekiyor. Dik yamaçlarda gizlenenler, bu sefer de kazanırsa “ötekilerin” bu ülkede yaşama şansı bile olmayabilir.
Ergenekon’dan beri dört yanın düşmanlar ile çevrili olduğu olgusu hiç değişmedi. Dağların ardına yol düşmez, iz bulunmaz bir yer bulup yurt tutanlar, o gün bugündür sınırlarına kimseyi yaklaştırmadılar, düşman gördüklerine saldırıp tekrar aşılmaz dik yamaçların ardına sığındılar. Onlara göre dışarıdaki herkes, önce Türk’tü. Dünya tarihi Türk’ün tarihi, dünya dili Türk’ün diliydi. Kürtler de dağlarda yaşadıklarına göre "dağ Türkleri"ydi. Sonradan ise ülkedeki tüm etnik yapılar, Türklere hile yaparak kutsal devletlerini yenilgiye uğratmak için türlü planlar yapan hilekârlardı, birliklilerini bozmaya çalışan hainler ve bölücülerdi.
Edebiyat tarihçileri destanları, doğal ve yapay diye ikiye ayırırlar. Çoğu Türk Edebiyatı tarihçisine göre Ergenekon, Türklerin doğal destanlarından en önemlisidir. Fakat bu destan, doğal bir destanın yapaylaştırılmasına önemli bir örnektir. Buna göre; vuruşa vuruşa dik yamaçların ardına çekilenlerin adı Ergenekon, yarattıkları destan ise yapay Ergenekon Destanı oluyordu. Bu destan kan ve göz yaşı, tehdit ve şiddet üzerine kuruluyor; karşı çıkanlar kılıçtan geçiriliyor, tüfek icat edilip mertlik bozulunca silah, bomba, tank, top kullanmaktan çekinilmiyordu. Yollarını bilip de kendilerine ulaşmaya çalışanları, sarp yollarda, izbe sokaklarda yuvarlayıp paramparça ediyor; devletin bekası, toplumun iyiliği için darbeler yapılıyordu. Dik yamacın ardında akarsular, türlü yemişler, çil çil altınlar, her derde deva bitkiler vardı. Dik yamacın öte yanında ise avlar. Kutsal av törenlerinde kımız içip koşuklar söyleniyor, ince hesaplar yapılıyordu.
Aradan yıllar geçtikçe çoğalıyor, çoğalıyor, çoğalıyorlardı. O denli ki Ergenekon'a sığamaz oluyorlardı. Çare bulmak için, “dik yamaçların ardından çıkıyor; “kim bize dost olursa biz de onunla dost olalım, kim bize düşman olursa biz de onunla düşman olalım.” diyorlardı. Çıkmak için, odun kömürü ateşlenip körükleniyor, demir dağ eritilip akıtılıveriyor, kızgın ateşte kurbanlar yanıyordu. Ağızlar sulanıyor, sulanıyordu.
Sonra nereden çıktığı bilinmeyen gök yeleli bir Bozkurt çıkıyordu. Bozkurt gelip, önlerine dikilip duruyordu. Herkes anlıyordu ki yolu gösterecek. Bozkurt yürüyor; ardından da Ergenekon çetesi yürüyordu. Her Türk asker doğar, ne mutlu Türküm diyene, vatan sana canım feda sesleri arasında ayı postundan postallar deliniyordu. Böylece vatan için kurşun atan şerefli, o kurşunu yiyenler de şerefsiz, gavur, kâfir, sözde vatandaş bazen de dinci, irticacı oluyordu. Çıkışı simgeleyen 21 Mart günü, Ergenekonculara bayram ve helal, başkasına yasak ve haram oluyordu. Ta ki, bütün millet Ergenekoncuların buyruğu altına girene kadar bu böyle gidecekti. Ne var ki kimileri de bunu iyi karşılamıyor, karşı çıkıyordu. Karşı çıkanlarla vatanın kutsallığını, namusunu ve şerefini korumak adına savaşılıyor, kanlar dökülüyordu. Faili belliler ve faili belirsizler işleniyor, toplu linç ayinleri düzenleniyordu.
Ergenekon, merkezi devlet içindeki dik yamaçlara, ucu yargıya, siyasete, üniversitelere, barolara, militarizme, sivil görünümlü faşizan örgütlere, derneklere dayanan geniş bir organizasyondu artık. Baskı, şiddet, şantaj açıktan açığa ifade ediliyor, bazıları güpegündüz sokak ortasında ensesinden vuruluyordu. Devletin bekası için cumhuriyetin bayraktarlığını yapan Cumhuriyet gazetesi, Danıştay gibi kurumlara bile bombalar atılıyor, baskınlar yapılıyor, Uğur Mumcu, Abdi İpekçi gibi ünlü gazetecilere suikastler gerçekleştiriliyordu. Böylece sistemin tehlikede olduğu halkımıza yutturulmaya çalışılıyor, halktan bölücülere, dincilere, gavurlara tepki göstermeleri isteniyordu.
Bir destanın, bir operasyonla bitmesi mümkün müdür? Bunu süreç gösterecek. Kimine göre bu; “kara operasyonunun zamanlamasından kapatma davasının zamanlamasına giden ve ABD’nin çizdiği bir yol”, kimine göre; “darbeci, statükocu Kemalizmin son çırpınışları”ydı. Kimi de “bu dava kapsamında gözaltına alınanlardan birinin dahi devletin içinden [dik yamaçlarda oturanlardan] bir isim olmadığına” işaret ediyordu. Kimine göre de “gözaltına alınanlar, işi laçkalığa, yüzsüzlüğe vuran gözden çıkarılmış popüler isimlerdi. Dik yamacın arkasında koca bir ordu, yıllarca ülkeyi sömüren CHP ve ülkenin “adaletli” savcı ve yargıçları duruyordu.”
Seyirci kalmak her zaman iyi olmayabilir. Beğenmediğimiz ve eleştirdiğimiz çoğu politikalarına rağmen; bu yapay destandan canı yanan, ruhu daralan, kurşun yiyen, linçe uğrayan, sınırlara hapsedilen, hapis yatan, ötekileştirilen herkesin Ergenekon soruşturmasını desteklemesi gerekiyor. Dik yamaçlarda gizlenenler, bu sefer de kazanırsa “ötekilerin” bu ülkede yaşama şansı bile olmayabilir.
Not: Bu yazı Kültürel Çoğulcu Gündem Sitesi'nde yayınlanmıştır.
Yorumlar
Yorum Gönder