Ölüme Alışmak
Sezai Karakoç, “Anneler ve Çocuklar “ adlı şiirinde “ölüm” temasını şöyle dile getirir: “Anne ölünce çocuk/bahçenin en yalnız köşesinde/elinde bir siyah çubuk/ağzında küçük bir leke/çocuk öldü mü güneş/simsiyah görünür gözüne/elinde bir ip nereye/bilmez bağlayacağını anne/kaçar herkesten/durmaz bir yerde/anne ölünce çocuk/çocuk ölünce anne”
Ana akım Türk medyasında genel bir tavırdır; her asker ölümünde annelerin ve eşlerin gözyaşlarına odaklanmak. Bütün bir cenaze merasimi boyunca kameraların görüş açısı asker annelerinin, eşlerinin gözlerinden süzülen gözyaşlarına ve de yetim çocuklara odaklanır. Bazen de eşlerin ya da annelerin gözlerinden yaş akmaz. İşte o zaman bu durum “dik durmak” olarak lanse edilir. Her ölümün bir yıkım olduğu gerçeğini gizlemek açısından bu durum, bir süreliğine de olsa “teröre karşı dimdik ayakta olma” ile özdeşleştirilir. Merasimlerde ve manşetlerde asker kıyafetleri giydirilmiş çocuklar ise sadece ve sadece yeni ölü adaylarıdır aslında. Gün gelecek babasının intikamını alacak yeni adaylar. Erkânın katıldığı merasim bitip de evli evine köylü köyüne varınca ölümle yüzleşme zamanı gelmiştir artık. Ölen evladınızın kahramanlığı bir anlıktır. Size bağlanan ölüm maaşından/rantından başka sonsuza dek unutulup gidersiniz.
Türk medyasının “gözyaşı ölçer” tavrı, öteki ölülerin de birer annesi ve hayatı olduğu gerçeğini görmezden gelir; savaşın nereden kaynaklandığından ve nasıl çözüleceğinden çok yeni ölümlere davetiye çıkarır. Bu bakış açısı, savaş ve ölüm konseptinin ve kültürünün devam etmesinden ve yaygınlaşmasından yana bir duruştur. Bu duruş, zamanla bir alışkanlık biçimine evrilir. Alışkanlıklardan kurtulmak zordur. Ölüme alışmak ise zamanla maddi getirisi olan bir rant kapısı bile olabilir. MHP, CHP gibi partilerin seçimlerde baraj problemlerini aşmanın bir garantisidir ölümler. Emekli olmalarına rağmen kan uykusuna yatmaya devam eden emekli generallerin ekmek ve karizma yükseltme kapısıdır ölümler. Askerin toplum üzerindeki gücü ve kontrolünün artması için anahtardır ölümler. Bu rant kapısının önüne geçmenin yollarından biri ölüme alışmamak ise diğeri de militarizmin sorgulanmasıdır. Militarizm eleştirilmeyi sevmez. Eleştirilince ağzında köpüklerle en yüksek perdeden tehditler savurmaya başlar. Sizi hizaya bir diğer deyişle kendi durduğu doğru yere gelmeye davet eder.
Kreşe göndermeye başladığımız küçük kızım, Aktütün(Bezele) saldırısının ertesi günü koltuğa çıkarak; “en büyük asker...” diye bağırıyordu. Türk eğitim sisteminin beşikten mezara kadar faşişt insan yetiştirme tarzını bildiğim için kısa bir şoktan sonra şöyle düşündüm: “İyi ki bir kızım var. En azından askere gitme derdi yok.” Tabi bu geçici rahatlamanın ardından şu soruyu sordum kendime: “biz çocukken başlayan bu savaş kızım anne olunca da devam edebilir mi?”
Otuz yıldır devam eden savaşla ilgili temel sorulardan biri, problemin nasıl çözüleceğidir. İnsanlar, iyi de bu sorun “nasıl çözülür” diye sormaya devam ediyor. Öne çıkan öneri, askerin elinin daha da güçlendirilmesi için yeni yasaların çıkarılmasıdır. “Postal devletine” dönüşmüş olan bu ülke, nedense şunu söyleyemiyor: “sorunu çözmek istiyorsak yanlışı bırakmamız gerekiyor.” Bazıları diyebilir ki yanlışı nasıl bir kenara bırakacağız? Aslında cevap bellidir: “doğruyu bularak.”
Devlet, ne zamanki kendine biçtiği “baba”; annelere biçtiği “vatan” rollerini bir kenara bırakırsa sorun da kısmen çözülmüş olur. Çünkü o zaman söz hakkı gerçek anne ve babalara geçecektir. Kuşkusuz ki “annelerin fedakârlık anıtı” olarak sunulması tarih boyunca süregelen savaşların devamı için vazgeçilmez yöntemlerden biri olmuştur. Nasıl ki her anne, doğurduğu çocuğunun kendi dilinde konuşmasını, kendi kültürünü yaşatmasını isteme hakkına sahipse Kürt annelerinin de buna hakkı olduğu gerçeğini kim şiddet kullanarak önleyebilir ki? Sen tüm evrensel beyannamelerde geçen hakları şiddet uygulayarak vermek istemezsen karşındaki de şiddetle bu hakları istediğini ortaya koyacaktır.
Bazı annelerin çocukları, kendi diliyle, kültürüyle yaşarken; “öteki çocukların” kendi dilinde ve kültüründe yaşayamaması bu ülkenin temel çelişkisidir. Vakti zamanında at sırtında, elde kılıç yallah diyerek yola çıkan anlayış, şerefli bir ırkın kanını taşıdığını varsayar. Bu anlayışa göre karşısındaki şerefsizdir, teröristtir ve de ölümlerden ölüm beğenmelidir. Ötekini öldürmek için “hazırolda” bekler. Düşmanın dağına taşına, kasabasına kendi imzasını/bombasını kendi diliyle atmaya kalkan bu faşistleşme biçimi, her öldürüldüğünde “şehit” olurken ülkenin ay ışığında parlayan kızıl renkli bayrağı kıpkırmızı olur, kurt ulumaları arasında gözyaşları sel olup akarken, klasikleşmiş manşet hazırdır: “vatan sağ olsun”
Gelin görün ki çocukların anne ve babaları, yaşanan ölümlerin ardındaki derin politikaların sorgulanması gerektiğini -ne yazık ki- bu ölümler sayesinde anlamaya başlıyorlar. Ötekini kimliğinden arındırmak için yürütülen bu savaşın “saf Türkiye” idealine yapılan bir katkı değil, “çok kültürlü Türkiye” idealine vurulan bir darbe olduğunun farkına varmaya başladıkça meselenin kaynağı ve çözüm yolu daha da netleşecek. Anne ve babalar, çocukları sağ olmadıktan sonra vatan denilen şeyin önemsiz olduğunu anlamaya başladıklarında savaş ve ölüm yürütücülerinin maskesinin düştüğünü görmeye başlayacağız. Bunun için de ölümlere alışmamak ve Ece Ayhan’ın sorduğu şu soruyu sormak gerekiyor:
“Efendiler! Eşekler susabilirler.
Ne yani çocuklar hiç gülmeyecekler mi?”
Yorumlar
Yorum Gönder