Belir(li/siz) Sınırlar Cumhuriyeti

Hasan Cemal, geçen günkü yazısında, darbe günlüklerinden/girişimlerinden tutun Ergenekon’a, AKP’ye açılan kapatma davasından tutun da Hrant Dink cinayetine kadar bir dizi döküm yaptıktan sonra, daralmış bir ruh haliyle şu soruyu soruyordu: “Ne zaman ses verecek bu ülke? Adaletsizliğe karşı, haksızlığa karşı, hukuk adına, insanlık adına, demokrasi adına ne zaman ses verecek, ayağa kalkacak bu ülke, söyler misiniz?”
Umut ve umutsuzluk arasında ince bir çizgi vardır. Umudunu yitirmek, geleceğin tahayyül edilememesini de beraberinde getirir. Sınır ile sınırsızlık arasında ise çok daha kalın bir duvar vardır. Büyük oranda umut ile umutsuzluk arasındaki çizgiyi belirleyen de sınırlardır. Eğer Türkiye gibi bir ülkede yaşıyorsanız, ömrünüzün ince/kalın çizgiler arasında gidip geldiğini, çoğunlukla sınırlardan ve bu sınırları oluşturan yasaklardan bıktığınızı, boğulmak üzere olduğunuzu hissetmeniz işten bile değildir. Çünkü sınırlardır, insanları umutlarından, değerlerinden, yaşam tarzlarından, dillerinden koparan. Sınırsızlıklardır, insanı tüm insanî değerlere sahip çıkmaya, yaratıcı olmaya davet eden. “Ömr-ü hayatında seni en çok rahatsız eden, boğan kelime hangisidir?” diye sorulsa hiç tereddüt etmeden “sınır” kelimesini söyleyiverirdim. Çünkü “sınır” korku demek, sınır militarizm demek, sınır ölüm demek, sınır kült demek, sınır zorunlu göç demek, sınır varoş demek, sınır konfeksiyon demek, sınır inşaat demek, sınır inkâr, imha ve asimilasyon demek, sınır dilsizlik ve lâl olmak demek. Demokraside sınır, eğitimde sınır, sağlıkta sınır, bir şehirden bir şehre geçişte sınır, şarkıda sınır, görüntüde sınır… Düşünceye, kitlelere, kişilere, hayal gücüne uygulanan sınır.
“Sınırı geçemezsin, buradan ötesi yasak” cümlesine verilebilecek en hayati cevap kuşkusuz ki “neden?”dir. Muhtemel karşılıklar arasında ise “kanun bu, haddini bil” olacaktır. Bu cevap üzerine “neden” sorusunu tekrar soramayan insanlar, “neden” çoğu zaman susmayı tercih ederler acaba? Bunun bendeki cevabı, “korkmak” ya da “onaylamak”tır. Sınır bekçilerinden korkmak veya bizi korudukları için onlara minnettar ve de destek olmak. Böylece bir kısmımız, korkularımızdan veya çıkarlarımızdan dolayı bir kenara çekiliverirken; bir kısmımız da “sınır bekçiliğine” soyunuveriyor, yapılanları haklı kılıyoruz. Sınır bekçiliğine soyunanları, bir diğer ifadeyle devletin insan/birey aleyhine güçlenmesi için çalışanları Baskın Oran, GONGO’lar olarak ifade ediyor. Bunlar, sivil toplum gibi görünmekle birlikte, devlet yönelimli sivil toplumun sınır onaylayıcı yapılarıdır.
Hep derler, sorgulamak ciddi bir iştir diye. Bu doğru bir saptamadır. Sınırı aşmanın bedeli bazen hapse atılmak, bazen öldürülmek, bazen dışlanmak, işkence görmek, aşağılanmaktır. Örneğin AKP’ye açılan dava, kapatılma ile sonuçlanırsa kendisine oy vermiş olan %47’lik GONGO topluluk, sokağa dökülmeyi göze alır mı? Ya da halkın %47’sinin oyunu almış AKP’ye karşı askeri bir darbe olsa, bu kesimler tankların, topların önüne çıkma cesaretini gösterebilir mi? Bu sorular, ülkenin geleceğine ve kırmızı sınırlarına dair ipuçlarını da içinde taşıyor. Tahmin ettiğiniz üzre cevap “hayır” ise sınırlar da büyük oranda onaylanıyor demektir. AKP’nin kendisi bile sınırları aşmaktan değil, sınırları kendisi için sağlamlaştırmaktan yana ise varın gerisini siz düşünün.
Bu ülke insanı, sınırları aşmak için çoğu zaman gerçek bir mücadele vermiş değil. Çünkü bu ülke, milli mücadele diye anılan süreçte bile önce “sınırlarını” belirlemiş. 1921’den 1950’lere kadar hazır kalıp cümleler ve kanunlar ile dokunulmaz ve tartışılmaz kılmış. İstiklal Mahkemeleri, Takrir-i Sükûn, İskân Kanunları vb. ile de sağlamlaştırmış. Bugün de her düşünceyi, milli sınırlara yapılmış bir saldırı olarak algılamakta. Çünkü bu ülke, kara tahtalara ve kan damlamış masa başı beyaz kağıtlarına kırmızı tebeşirler, kalemler ve kılıçlarla çizilen sınırları, yeniden ve yine çizenlere karşı gerçek bir demokrasi mücadelesi verebilmiş değil. Otoriteden korkan ya da onu tanrılaştıran, baş tacı yapan [askerden, savcıdan, polisten, vb.] bu ülkenin %85’lik muhafazakâr vatandaş topluluğu, sınırların gittikçe yükselmesine vesile olmuş, bu uğurda hizmet etmeyi, hatta canını vermeyi, tabiri caizse kahramanlık saymış ve sınırları her defasında meşrulaştırmıştır. Sınır ile sınırsızlık arasındaki ince çizgide tercihini çoğu zaman “sınır”dan taraf kullanmıştır. Tercihini sınırsızlıktan yana kullananların “sonunu” gördükçe “duvarlardan” atlamayı, çitleri aşmayı, öbür yola sapmayı, eline bir silgi alıp sınırları silmeyi, karşı tarafı anlamayı ve acılarını paylaşmayı göze alamamıştır. Böylece sınırlar yalnız bırakmış, korku yaratmış, kafa karıştırmış, tecavüz etmiş, öldürmüş, hapislerde çürütmüş, hain ilan etmişken çoğu zaman sessiz kalmayı ve izlemeyi tercih etmiştir. Bunun bir diğer adı ise ortaklaşmaktır.
Türkiye Cumhuriyeti belir(li/siz) isim tamlamasının bende uyandırdığı en önemli hissiyat, “sınır”dır. Özgürlüğe, eşitliğe, adalete, ekonomiye, kültürlere, düşüncelere, dillere uygulanan “kendine göre sınırlar”dır. Kuralları, kanunları, cezaları ile belir(li/siz) bir isim tamlaması olan “sınır devleti”dir. Bu kendine göre sınır devletinin en çarpıcı yanı ise çelişkilerle dolup taşan hukuk sistemidir. Eren Keskin’e açılan soruşturmada aynı mahkemenin iki farklı savcısından biri, beraat kararı verirken, diğerinin on ay hapis cezası vermesi, Türkiye’de sınırların ne kadar keyfiyete dayalı bir biçimde genişletildiğinin ya da yerine göre görmezden gelindiğinin en çarpıcı örneklerinden biridir. Adaletin terazisi, [hele ki asker isteyince ya da mevzubahis asker olunca] karşı düşünceyi ya da ötekini yargılama ve mahkûm etme durumunda sınır tanımazken, ülkedeki faili meçhul ve meşhur cinayetlerden tutun da ayyuka çıkmış darbe planlarına, Newroz’da kol kıran polisten tutun da sokak ortasında insanları şakağından vuranlara, panzerlerle sokaklara çıkıp bacılarınızı getirin diye uluyanlara karşı ayarı bozulmuş bir çıngırağa dönüşüvermiştir.
Hiç unutmam, ortaokulda iken otoriter Sosyal Bilgiler dersi öğretmenimiz biz öğrencilerine, hep şunu söylerdi: “Benim özgürlüğüm, başkasının özgürlüğünün başladığı noktada biter.” Hayatımız boyunca, başkasının [ki bu, her zaman otoritenin kendine göre özgürlüğüdür] öldürme, yaralama, hapse atma, aşağılama, yargılama, tecavüz etme, kalem kırma, kelam etme özgürlüğünden sıra nedense bir türlü “ötekilerin” tüm bunlara karşı denemeye değer özgürlüğüne, hayallerine gelemedi. Ötekiler, sıranın/özgürlüğün kendilerine uğramasını bekledikçe de o gelmeyecektir. Çünkü sınırları koyanlar, sonsuz özgürlüklerinin ve iktidarlarının sona ermesini doğal olarak istemeyeceklerdir.
Özgürlük alanlarının ve yaşam koşullarının insanileşmesi sınırların, asayişin, güvenlik tedbirlerinin, güç odaklarının yine ve yeniden sorgulanabilir ve aşılabilir olmasıyla ilintilidir. Suç, günah, ihanet gibi sınırlar aşılabilir de herkes sevdiği rengi giyer, sevdiği şarkıyı kendi dilinde söyler, savunduğu görüşü ifade edebilirse işte o zaman özgürlükten bahsedilebiliriz. Sınır, hayatlarımızın bekçisi ve ezberletilmiş cümleleri ise özgürlük de sınırın ötesinde “bedel” ödemeyi gerektiren ütopistik bir dünyadır. İnsanca bir hayat ve özgür bir toplum için “iç ve dış sınırların” yıkılması talebinde ısrarcı olmadıkça Hasan Cemal’in sorusunu dönüp dönüp kendimize sormaya devam edeceğiz.
Not: Bu yazı Kültürel Çoğulcu Gündem Sitesi'nde yayınlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kim Kopya Çekiyor? İlber Ortaylı mı Kürt Çocukları mı?

Yolun Sonu Görünmüyor

Üstünlük İdeolojisi ve Ötekinin Gücü