Sahte Laikçi Türk–İslam Şemsiyesi ve Aleviler

AKP hükümeti tarafından Alevi açılımı olarak kamuoyuna sızdırılan projenin genel kapsamı merak ediliyor. Basına sızdığı kadarıyla; Başbakanlığa bağlı bir genel müdürlük oluşturulması, Alevi enstitülerinin ve yeni cem evlerinin açılması, buralardaki dede, zakir ve hizmetlilerin bir kısmının devlet memuru kadrosuna alınması planlanmaktadır. Reha Çamuroğlu ile Alevilere kapılarını açan Erdoğan’ın, muharrem ayında Alevi önde gelenleri ile iftar yemeği yiyeceği, sorunları/talepleri dinleyeceği, en önemlisi de yeni bir açılım sunacağı haberi, Alevi cephesinde heyecanla karşılandı. Kürt sorunu vardır dediğine bin pişman olan Erdoğan’ın, Alevi sorunu vardır söyleminden sonra bakalım neler yaşanacak?
AKP hükümetinin Aleviliği, gerçek İslam’dan ayrılan “sorunlu bir inanç” olarak algıladığı, Devlet Eski Bakanı Mehmet Aydın'ın, "Şu anda dersem ki, eğer 'Cem evi, evet, ibadethanedir' başıma hukukî bir dert açarım" sözleri, Recep Tayip Erdoğan’ın, isteyenin 'kültür merkezi' olarak Cem evi açabileceğini; fakat ibadet yerinin câmi olduğunu söylemesi, cem evlerini cümbüş evlerine benzetmesi, câmilerde namaz kılındıktan sonra cem evlerinde zikir yapmanın bir sakıncası olmadığını dillendirmesi bilinen gerçekler. Diyanetin -eşittir suniliğin- alt kültürel bir pozisyonuna reva görülmelerine karşın dedelere, Diyanet çatısı altında maaşlı birer devlet memur kadrosu verme girişimi, birçok dedenin yüreğini hoplatmıyor da değil. Kuşkusuz ki Aleviler arasında tam bir birliktelikten, ortak bir anlayıştan söz etmek yanlış bir yaklaşım olur.
Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği, açılım paketine şüphe ile baktığını duyururken, 148 Alevi-Bektaşi kuruluşunu temsil eden Alevi – Bektaşi Federasyonu, TMBB Plan Bütçe Komisyonu Başkanlığı’na yaptığı başvuru ile T.C. Maliye Bakanlığı 2008 Yılı Mali Bütçesinden, 400 Milyon YTL ödenek ayrılmasını talep etmiş bulunuyor. Dünya Ehli Beyt Vakfı Başkanı Fermani Altun, Star Gazetesi’ne verdiği mülakat ile, Cem Vakfı Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanı Ali Rıza Uğurlu ise 28 Kasım 2007 tarihli Zaman Gazetesi’ne yazdığı makalede, Alevi açılımı paketini desteklediklerini duyurdular. Ali Rıza Uğurlu, 630 Alevi-Bektaşi-Mevlevi dernek ve vakıfları adına taleplerini şöyle sıralamakta:
Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili düzenlemede Alevilere de yer verilmesi
Genel bütçeden Alevilere pay ayrılması
Din derslerinde Alevi inancının da öğretilmesi
TRT'de Aleviliğe yer verilmesi
Cem evlerinin yapımının sağlanması
İnanç önderlerine okul açılması
“Sazın” okullara tavsiye edilmesi
Yukarıdaki maddelerin tümü, dini yaşayış anlamında dört kapıyı, kırk makamı sonuna kadar devlet müdahalesine açmak, bir başka tabirle sazı devletin eline vermek, kara düzenden çalınmasına razı olmak ve de devletle musahipliğe soyunmak anlamına geliyor. Özellikle Diyanet çatısı altında yer alma isteği, gerçek laiklik tanımı açısından ciddi bir sorun. Laiklik, bilinen tabiriyle “din-devlet işlerinin birbirinden ayrılması, kişilere din ve vicdan hürriyeti sağlayan bir sistem” olarak tanımlanıyor. Fakat Türkiye’de din ve vicdan hürriyetinden bahsetmek mümkün değil. Tekke ve zaviyeler, medreseler, dergâhlar kapatılıp, devletin resmi dini ile ilgili madde anayasadan çıkarılmış olsa da insanlar, devletin çizdiği sınırlar dahilinde dinlerini yaşayabilmiştir. Devlet, dinî inanç ve bu inancın kişilerin yaşantısındaki yerine müdahale etmiş, din ve mezhep ayrımlarında açıkça taraf olmuştur. Daha da ileri gidersek devlet, kul ile Tanrı arasında aracılık yapmış hatta Tanrı’nın kullar üzerindeki gölgesi, çoğu zaman da sopası olmuştur. Bu sopanın geçmişte çokça kullanıldığına tarih tanıklık etmiştir. Kulların sevap ve günahlarının ödülünü ve cezasını devletin kendisi vermeye çalışmıştır.
Atatürk’ün “laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyeti demektir.(1930)” ve “Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz.(1926)” sözleri, çıkış olarak laikliğin tanımına ters düşmemekle birlikte yapılan düzenlemeler, tabela/isim değişikliğinden ibaret kalmış, bu durum ciddi çelişkiler doğurmuştur.
Din-devlet çelişkisinin kökeninde T.C. Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı’nın -dikkat edilirse kurum isminin başında, devletin laik bir yapıda olmadığının somut kanıtı olarak “T.C.” yazmaktadır- 3 Mart 1924’te anayasanın 136. maddesine göre “genel idare içinde Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir” hükmü ile hilafetin kaldırıldığı günde kurulması yatar. Böyle bir ilişki üzerinden devlet, dini kontrol altına alıp organize etti. Maddi yardımlardan aslan payını, devletin gayrı resmi dini sunilik aldı.
Türkiye’de laiklik, devlete ait değil de insanlara ait bir sıfat olunca, karşısında da doğal olarak anti-laikleri görmüştür. Oysaki laiklik, gerçek anlamda devlete ve yönetim biçimine ait bir sıfat olabilseydi, o zaman devlet ve din işlerinin birbirinden tamamen ayrılması gerekirdi. Devlet, bütün dinlere/inançlara aynı mesafede olamadığı içindir ki “öteki” dinî cemaatler ile problemler yaşanmıştır. Ötekiler, Allah’ın sevdiği kullar olsalar bile çoğu zaman devletin sevdiği kullar olamamışlardır. Devlet, dinin eğitimini üstlenmiş, dinî görevlilere maaş bağlamış, insanları hacca göndermiş, câmiler yaptırmış, kursları organize etmiş, din görevlilerini yetiştirmek için okullar açmış, toplu iftar yemekleri düzenlemiş, câmilerde istediği her konuda imamlara vaazlar verdirtmiş, tarikatlar ve liderleri ile yakın ilişkiler kurmuş, belli bir dinî mezhebin maddi ihtiyaçlarını finanse etmiş (2008 yılı bütçesi kapsamında Diyanet İşleri Başkanlığı’na öngörülen ödenek 1 milyar 808 milyon 538 bin YTL’dir), ders kitaplarını düzenleyip bedava dağıtmış, bunu yaparken örneğin, Alevi çocuklarına din dersini zorunlu kılmış; dini siyasete, siyaseti de dine karıştırmayı bizzat organize etmiştir.
Aykan Erdemir, Radikal Gazetesi’ne verdiği röportajda Alevi açılımının şu şekilde gerçekleşmesi gerektiğini ifade ediyor: "Laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletinin kurumsallaşması ve bir mezhebin egemen konumuna son verecek bir hukuksal zemin yaratılması için Diyanet'in kaldırılması, devletin Milli Eğitim eliyle Sünnilik dersi dayatmasına son vermesi, tüm inançların ibadethanelerinin statülerinin aynı olması, nüfus cüzdanlarında nasıl kim Fenerbahçeli kim Galatasaraylı diye yazılamıyorsa, inanç hanesinin de çıkarılması ve bunların isteğe bağlı değil, toplumsal huzur açısından herkes için geçerli olması gerekmektedir.” Dedelere memur olma yolunun açılması ile ilgili de şu tespiti yapıyor. “Diyanet kadrosundan Alevilere kadro ayırmak, patron-yanaşma ilişkisi kurma anlamına gelecektir.”
Önden gelen Alevi derneklerinin laikliğe ve yeni yaklaşımlara bakışındaki çelişki nedir? sorusunu Haluk Gerger, “Kutsal Devlette Câmi ve Okul” adlı makalesinde şöyle yanıtlıyor: “… O zaman ikiyüzlülüğe gerek olmamalıdır. Hani Alevilik ilericilikti, özgürlükçülüktü, hoşgörüydü... Alevilik de son tahlilde diğerleri gibi pre-kapitalist, pre-modern bir ideolojidir. Daha fazlası değil. Boşuna gelin - güveyi olup, kendini aldatmanın bir âlemi var mı? O halde devletin diyanetinde, camisinde yer edinme aymazlığını bırakıp, dinin her türlüsünün devlet aygıtının dışına çıkarılması için mücadele etmek daha anlamlı değil mi? Sorunların çözümü devletten maaş alan ‘alevi imamlardan’ mı geçiyor? Aleviler de cami kapsamına alınmak istenirken, ağızlarını her açtıklarında ‘Türkiye laiktir laik kalacak’ diyenlerin kulakları çınlıyor mudur dersiniz?”
Din dersi kitaplarını devletin hazırlaması çelişki noktalarından bir diğeridir. Bireyin Tanrı ile ilişkisini, devletin belirlediği bir müfredat içinde yaşaması/öğrenmesi kadar saçma bir din anlayışı düşünülemez. Dolayısıyla Alevilerin talep etmesi gereken, din derslerinin devlet okulları müfredatından tamamen kaldırılması ve devletin, vatandaşların ahlâkî duruşundan elini ayağını çekmesi olmalıdır. Çünkü din kültürü ve ahlâk bilgisi, talim ve terbiyenin sınırlarına dahil edilince kimin ne amaçla talime alındığı, ne amaçla terbiye edildiği soru işaretleri yaratmaktadır.
Öte yandan, bir dönem cem ayinlerini ve cem evlerini yasaklayan, dedelerin yerine imamlar atayan, câmilerde imam nezaretinde cenazeleri kaldıran ve vatandaşını kullaştırmaya kalkışan anlayış hedeflerine de ulaşmış görünüyor. Gelinen son noktada Alevilerin önemli bir kısmı, sahte-laik bir çizgide Türk-İslam sentezi yoluna girmişlerdir. Türk Tarih Kurumu Başkanı Hallaçoğlu’nun Alevilerin kökenine dair açıklamalarına Aleviler cephesinde ciddi bir tepki gelmemesi, seçimlerden önceki mitinglerde Alevilerin ön kulvarlarda yer alması ve son genel seçimler bunun birer göstergesi. İzzettin Doğan’ın MHP’yle yakınlaşması, Alevi Bektaşi Federasyonu’nun CHP ve DSP birleşimini desteklemesi, AKP’nin Alevi adaylara kucak açması ve bazı Alevi dernekleri ile dirsek teması içinde olması, Hacı Bektaş-ı Veli Kültür Vakfı Genel Başkanının MHP’den aday olması en somut örnekler.
Alevilerin Kemalizm ile ilişkisinde cumhuriyet öncesi dışlanmışlıkların, ezilmişliklerin payı vardır, ancak cumhuriyet sonrasında devletin sahiden laik olup olmadığı olgusu Aleviler tarafından çok fazla sorgulanmamıştır. Büyük oranda ritüel bir geleneğin üstüne inşa edilen Alevilik, İslamî kaidelerin ve ritüellerin sentezlendiği melez bir dine dönüştürüldü. Ritüeller+kültürel gelenekler+İslamî kaideler sentezi, hiç kuşku yok ki gerçek laik anlayıştan koparak sahte-laikçi-ılımlı İslamî devlet modeline işaret etmektedir. AKP hükümetinin ılımlı İslam modeli önünde engel olarak gördüğü Alevileri diyanet şemsiyesi altına alma girişiminin bir diğer sebebi de cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesindeki cumhuriyet mitingleri-ciddi bir Alevi katılımı olmuştu- ile tekrar karşılaşmak istememesidir.
1990’dan sonra Kürt sorununun yanı sıra bir de Alevi sorunuyla uğraşmak istemeyen devlet, elini çabuk tuttu. Alevi toplumu üzerinde etkileri olan dedeleri, dernekleri ve bazı Alevi yazarları yanına çekerek, başından beri yanlış işleyen “laiklik ilkesinin ve birçok hükümet tarafından sahiplenilen Türk-İslam şemsiyesinin” ıslatan tarafına Alevileri dahil etti.
Uzun bir süre öteki kalan Alevilik, Türk-İslam çerçevesine sığdırılmış sahte-laikçi yaklaşımlara mesafeli durabilecek mi? Hak yoluna bozkurt postuna bürünmüş devletin vereceği icazetle mi çıkılacak yoksa ülkenin kültürel çoğulcu zenginliğine vurgu yapan gerçek laikçi, dost bir çizgi mi tercih edilecek? Diyanetten sorumlu Devlet Bakanı Yazıcıoğlu’nun, Alevilere biçtiklerini öne sürdüğü yeni elbisenin rengi ve ölçüleri ne olacak? Benim cevaplarım hiçte iç açıcı değil.
Not: Bu yazı Kültürel Çoğulcu Gündem Sitesi'nde yayınlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kim Kopya Çekiyor? İlber Ortaylı mı Kürt Çocukları mı?

Yolun Sonu Görünmüyor

Üstünlük İdeolojisi ve Ötekinin Gücü