Eğitim-sen Ne İşe Yarar?
Mimesis-dergi.org sitesinde “Kürt Sorunu Tiyatro ve Drama Eğitimcilerini Hangi Açılardan İlgilendiriyor?” başlığıyla yayınlanan yazıda Bülent Sezgin, benim de katıldığım düşünceleri ifade ediyor. Bülent, bana attığı mailde benim de görüşlerimi paylaşmamı öneriyor. Kürt sorunu bağlamında tiyatro ve drama eğitimcileriyle ilgili çok ciddi gözlemlerim olmasa da genel anlamda eğitimle ilgili birkaç hususu dillendirmek ve tartışmaya bir nebze de olsa katılmak istedim.
Öncelikle şunu belirtmeliyim. Okullarda genel anlamda sınıfiçi veya okuliçi tartışmalarda karşı tarafı yani “ötekini” insan yerine koyma ya da empati kurma gibi bir derdi olmuyor insanların. Özellikle savaş sözkonusu olduğunda ağlayan Kürt annesi anne değil, üzülen baba baba değildir. Karşıdaki “terörist” olunca onun “ölüm”ü hakkettiği düşünülür. Ölüm “öteki”ne reva görüldüğü içindir ki o taraftaki ölüm ve yaşattığı yas havası/üzüntü pek önemsenmez. Bu, ezberlenmiş bir yaşam ve düşünce biçimidir. Okul yıllarında sistemli bir şekilde köreltilen ve belli bir kalıptan geçirilen düşünceden eser kalmamasından kaynaklıdır. Çünkü devlet kurulalı beri eğitimde farklı düşünmek, denemek, yanılmak, sorgulamak gibi kavramlarla eğitmen/öğrenci arasında ciddi bir mesafe oluşmuştur. Sınav sisteminlerinin klasik verilerden hareketle en fazla üç ya da dört seçenek arasında tercih yapmak zorunda bıraktığı eğitim sistemine öğretmenler de alıştı artık. Birinci sınıflarda bile sınavlar artık klasik şekilde değil de test yöntemiyle yapılmaktadır.
Öte yandan belirli gün ve haftalar adı altında organize edilen tüm bayramlar, törenler ezberci bir tonda hazırlandığı için içerikleri cumhuriyet kuruldu kurulalı çok değişmemiştir. Malum ismi üzerinde; bunlar “belirlenmiştir.” Bu yönüyle tekçi eğitim sisteminin altını doldurmaya dönüktür her şey.. Bu ırkçı söylem, 2000’li yıllardan bu yana hiçte değişmiş değil. Ötekileştirme için verilebilecek en çarpıcı örneklerden biri “Çingene” çocuklarının hem öğretmenler hem de idareciler tarafından okullara alınmak istenmemesi verilebilir. Nitekim Çingene öğrencinin kaydını yaptığınızda birçok öğretmen bu çocukları sınıflarına almak istemediklerini rahatlıkla dile getirebilmektedirler.
Genel anlamda müfredatta bazı değişiklikler olmakla birlikte eğitimcilerin önemli bir bölümü, ezberci kalıpları tekrarlayıp durmaktalar. Kaldıki müfredattaki değişiklerin çoğu “Türk-İslam” konseptine doğru kaymaktadır. Eskiden savaşları kazananlara “kahraman Türk” gözü ile bakılırken şu anda “imanının gücüyle kazanan kahraman/müslüman Türk” vurgusu öne çıkmaktadır. Örneğin son yıllarda genelde İslami düşünceleri ön planda olan şair ve yazarların yapıtları (Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek vb.) okuma yarışmalarında okutulurken solcu, demokrat şair ve yazarlara neredeyse hiç yer verilmiyor olması çok düşündürücü. Diğer dilllerde yazanlardan ise hiç bahsedilmez zaten. Çocukların farklı kültürleri/yazarları/şairleri bilmeleri, tanımaları aslında o kadar da zor değil. Ancak yabancılaşma ve reddetme geleneği o kadar yaygın ki çocuk, aynı sırada oturan ama farklı bir dili konuşan Kürt arkadaşını olduğu gibi kabul etmekte zorlanıyor.
Ancak istenirse çocukların birçok husustaki ezberleri rahatlıkla bozulabilir. Mesela, dil ya da kültür ile ilgili konuşurken insan haklarıyla ilgili temel hususlara dikkat çekmek bile ezberleri bozabiliyor. Ancak eğitimcilerin birçoğu, ırkçı söylemleri öylesine ezberlemiş durumdalar ki Türkiye’de demokratik bir eğitim modelinin esamesi bile okunamıyor. Nitekim eğitimcilerin büyük bölümü okumuyor, araştırmıyor, derslere hazırlık yapmıyor, haber izlemiyorlar. Bazı derslerde öğrenciler o kadar sıkılmaktadırlar ki zilin çalmasına on saniye kala hepsi kapının önüne toplanıp 10’dan 1’e kadar saymaktadırlar.
2000’li yıllardan beri hemen her alandaki kanun ve yönetmeliklerde belli bazı değişiklikler yaşanırken eğitim ile ilgili temel/düzenleyici kanunlarda/yönetmeliklerde hiçbir değişiklik olmamasına özel bir vurgu yapmak isterim.
Yukarıda dile getirdiğimiz konsepti eleştiren, farklı bir eğitim modelini savunan ve bunun altyapı çalışmalarını yapması gereken Eğitim-sen gibi kurumlar ise öğretmenleri çoğunlukla seçimden seçime hatırlamaktalar. Eğitim-sen’in üye sayısında yaşanan ciddi düşüşler de gösteriyor ki ortada eğitime, eğitmene ve öğrenciye dair ciddi bir dert ve de çalışma yoktur. Müfredatta, eğitimle ilgili kanun ve yönetmeliklerde Eğitim-sen’in alternatif çalışmalar yapmaması bunun en somut göstergesidir. Milli Eğitim’de çalışan öğretmen sayısının yaklaşık 6/1’nin (100 bin öğretmen) üyesi olduğu bir sendika, demokratik eğitim modelleriyle ilgili ciddi bir katkıda bulunsaydı sanırım okullarda icra edilen tiyatro oyunlarında, şiir dinletilerinde, törenlerde, bayramlarda ve en önemlisi de derslerde bir nebze de olsa demokratik bir model havası yaratılabilirdi. Bu noktada “Eğitim-sen ne işe yarar?” gibi bir soruyu sormak hiçte yadsınmamalıdır.
Öte yandan yukarıda bahsedilen çerçevenin dışına çıkılamamasında, eğitimcilerin demokratik okul ve eğitim modelinden uzaklaşmasında “korku” da önemli bir etken. Korku, eğitimciyi hiçbir şey talep edemez, öneremez, sorgulayamaz, düşüncesini gizler bir pozisyona itiyor. Öğretmenin durumu bu iken öğrencinin düşüncesini özgürce ifade etmesi de pek beklenmiyor zaten. Bu bir kısırdöngü. Ilköğretim Kurumları Yönetmeliğinin öğrencilere dönük yaptırım gerektiren davranışlar bölümünde şu ifadeler yer almaktadır: “Okulda bulunduğu hâlde törenlere özürsüz olarak katılmamak ve törenlerde uygun olmayan davranışlarda bulunmak.” “Anayasanın başlangıcında belirtilen temel ilkelere dayalı millî, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti niteliklerine aykırı davranışlarda bulunmak veya başkalarını da bu tür davranışlara zorlamak.” “Okul içinde ve dışında; siyasi parti ve sendikaların propagandasını yapmak ve bunlarla ilgili eylemlere katılmak.”
Ortaöğretim Kurumları Ödül ve Disiplin Yönetmeliğinde “öğrenci korkusu”nu pekiştiren yaptırımlar şunlardır: “Türk Bayrağı'na, sancağına, ülkeyi, milleti ve devleti temsil eden sembollere saygısızlık etmek,” “Millî ve manevi değerleri söz, yazı, resim veya başka bir şekilde aşağılamak; bu değerlere küfür ve hakaret etmek, Eğitim-öğretim ortamında siyasi partilerin, bu partilere bağlı yan kuruluşların, derneklerin, sendikaların ve benzeri kuruluşların siyasi ve ideolojik görüşleri doğrultusunda eylem düzenlemek, başkalarını bu gibi eylemleri düzenlemeye kışkırtmak, düzenlenmiş eylemlere etkin biçimde katılmak, bu kuruluşlara üye olmak, üye kaydetmek; para toplamak ve bağışta bulunmaya zorlamak,” “Okul müdürlüğünden izin almadan okul hakkında bilgi vermek amacıyla basın toplantısı yapmak, bildiri yayınlamak, dağıtmak; konferans, temsil, tören, açık oturum, forum ve benzeri etkinlikler düzenlemek ve bu tür faaliyetlerde etkin rol almak,” “Bir kimseyi ya da grubu suç sayılan bir eylemi düzenlemeye, böyle eylemlere katılmaya, yalan bildirimde bulunmaya, yalan delil göstermeye ya da suçu yüklenmeye zorlamak,” Türk Bayrağı'na, sancağına, ülkeyi, milleti ve devleti temsil eden sembollere hakaret etmek,” “Türkiye Cumhuriyeti'nin devleti ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesine ve Türkiye Cumhuriyetinin insan haklarına ve Anayasanın başlangıcında belirtilen temel ilkelere dayalı millî, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti niteliklerine aykırı miting, forum, direniş, yürüyüş, boykot ve işgal gibi ferdi veya toplu eylemler düzenlemek; düzenlenmesini kışkırtmak ve düzenlenmiş bu gibi eylemlere etkin olarak katılmak veya katılmaya zorlamak,”
Bir de 657 Sayılı Devlet Memurları ve İlk ve Orta Tedrisat Muallimlerinin Terfi ve Tecziyeleri Hakkında Kanun maddelerinde sıralanan ve cezai işlem gerektiren maddelere bakalım. Sözkonusu maddelerin “öğretmen korkusu”nu pekiştirdiği aşikâr. “Yasaklanmış her türlü yayını görev mahallinde bulundurmak.” “Yetkili olmadığı halde basına, haber ajanslarına veya radyo ve televizyon kurumlarına bilgi veya demeç vermek” “Herhangi bir siyasi parti yararına veya zararına fiilen faaliyette bulunmak.” “İdeolojik veya siyasi amaçlarla kurumların huzur, sükün ve çalışma düzenini bozmak, boykot, işgal, engelleme, işi yavaşlatma ve grev gibi eylemlere katılmak veya bu amaçlarla toplu olarak göreve gelmemek, bunları tahrik ve teşvik etmek veya yardımda bulunmak,” “Yasaklanmış her türlü yayını veya siyasi veya ideolojik amaçlı bildiri, afiş, pankart, bant ve benzerlerini basmak, çoğaltmak, dağıtmak veya bunları kurumların herhangi bir yerine asmak veya teşhir etmek,” “Siyasi partiye girmek,” “5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkındaki Kanuna aykırı fiilleri işlemek.” “Talebeyi Vekaletin ve mektebin amirleri ve muallim ve memurları aleyhine itaatsizliğe teşvik eden,”
Eğitim-sen’in önünde duran temel çalışma ve mücadele alanlarından birkaçını dile getirmeye çalıştık. Her ne kadar üye sayısındaki kan kaybı gittikçe artsa da Milli Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda çalışan öğretmenlerin 6/1’nin Eğitim-sen’e üye olması, her şeye rağmen ciddi bir rakamdır. Ve de istendiği takdirde bir şeylerin değişebileceğine dair bir potansiyeli de gösteriyor. Yukarıda bahsettiğimiz ve daha önceki yazımızda dile getirdiğimiz "korku" "kanun" "yönetmelik" duvarını aşmak için Eğitim-sen'e çok şey düşüyor. Tabii bunun için öncellikle Ömer F. Kurhan'ın birçok yazısında özellikle altını çizdiği "yüksek siyaset" duvarını aşmak gerekiyor...
Öncelikle şunu belirtmeliyim. Okullarda genel anlamda sınıfiçi veya okuliçi tartışmalarda karşı tarafı yani “ötekini” insan yerine koyma ya da empati kurma gibi bir derdi olmuyor insanların. Özellikle savaş sözkonusu olduğunda ağlayan Kürt annesi anne değil, üzülen baba baba değildir. Karşıdaki “terörist” olunca onun “ölüm”ü hakkettiği düşünülür. Ölüm “öteki”ne reva görüldüğü içindir ki o taraftaki ölüm ve yaşattığı yas havası/üzüntü pek önemsenmez. Bu, ezberlenmiş bir yaşam ve düşünce biçimidir. Okul yıllarında sistemli bir şekilde köreltilen ve belli bir kalıptan geçirilen düşünceden eser kalmamasından kaynaklıdır. Çünkü devlet kurulalı beri eğitimde farklı düşünmek, denemek, yanılmak, sorgulamak gibi kavramlarla eğitmen/öğrenci arasında ciddi bir mesafe oluşmuştur. Sınav sisteminlerinin klasik verilerden hareketle en fazla üç ya da dört seçenek arasında tercih yapmak zorunda bıraktığı eğitim sistemine öğretmenler de alıştı artık. Birinci sınıflarda bile sınavlar artık klasik şekilde değil de test yöntemiyle yapılmaktadır.
Öte yandan belirli gün ve haftalar adı altında organize edilen tüm bayramlar, törenler ezberci bir tonda hazırlandığı için içerikleri cumhuriyet kuruldu kurulalı çok değişmemiştir. Malum ismi üzerinde; bunlar “belirlenmiştir.” Bu yönüyle tekçi eğitim sisteminin altını doldurmaya dönüktür her şey.. Bu ırkçı söylem, 2000’li yıllardan bu yana hiçte değişmiş değil. Ötekileştirme için verilebilecek en çarpıcı örneklerden biri “Çingene” çocuklarının hem öğretmenler hem de idareciler tarafından okullara alınmak istenmemesi verilebilir. Nitekim Çingene öğrencinin kaydını yaptığınızda birçok öğretmen bu çocukları sınıflarına almak istemediklerini rahatlıkla dile getirebilmektedirler.
Genel anlamda müfredatta bazı değişiklikler olmakla birlikte eğitimcilerin önemli bir bölümü, ezberci kalıpları tekrarlayıp durmaktalar. Kaldıki müfredattaki değişiklerin çoğu “Türk-İslam” konseptine doğru kaymaktadır. Eskiden savaşları kazananlara “kahraman Türk” gözü ile bakılırken şu anda “imanının gücüyle kazanan kahraman/müslüman Türk” vurgusu öne çıkmaktadır. Örneğin son yıllarda genelde İslami düşünceleri ön planda olan şair ve yazarların yapıtları (Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek vb.) okuma yarışmalarında okutulurken solcu, demokrat şair ve yazarlara neredeyse hiç yer verilmiyor olması çok düşündürücü. Diğer dilllerde yazanlardan ise hiç bahsedilmez zaten. Çocukların farklı kültürleri/yazarları/şairleri bilmeleri, tanımaları aslında o kadar da zor değil. Ancak yabancılaşma ve reddetme geleneği o kadar yaygın ki çocuk, aynı sırada oturan ama farklı bir dili konuşan Kürt arkadaşını olduğu gibi kabul etmekte zorlanıyor.
Ancak istenirse çocukların birçok husustaki ezberleri rahatlıkla bozulabilir. Mesela, dil ya da kültür ile ilgili konuşurken insan haklarıyla ilgili temel hususlara dikkat çekmek bile ezberleri bozabiliyor. Ancak eğitimcilerin birçoğu, ırkçı söylemleri öylesine ezberlemiş durumdalar ki Türkiye’de demokratik bir eğitim modelinin esamesi bile okunamıyor. Nitekim eğitimcilerin büyük bölümü okumuyor, araştırmıyor, derslere hazırlık yapmıyor, haber izlemiyorlar. Bazı derslerde öğrenciler o kadar sıkılmaktadırlar ki zilin çalmasına on saniye kala hepsi kapının önüne toplanıp 10’dan 1’e kadar saymaktadırlar.
2000’li yıllardan beri hemen her alandaki kanun ve yönetmeliklerde belli bazı değişiklikler yaşanırken eğitim ile ilgili temel/düzenleyici kanunlarda/yönetmeliklerde hiçbir değişiklik olmamasına özel bir vurgu yapmak isterim.
Yukarıda dile getirdiğimiz konsepti eleştiren, farklı bir eğitim modelini savunan ve bunun altyapı çalışmalarını yapması gereken Eğitim-sen gibi kurumlar ise öğretmenleri çoğunlukla seçimden seçime hatırlamaktalar. Eğitim-sen’in üye sayısında yaşanan ciddi düşüşler de gösteriyor ki ortada eğitime, eğitmene ve öğrenciye dair ciddi bir dert ve de çalışma yoktur. Müfredatta, eğitimle ilgili kanun ve yönetmeliklerde Eğitim-sen’in alternatif çalışmalar yapmaması bunun en somut göstergesidir. Milli Eğitim’de çalışan öğretmen sayısının yaklaşık 6/1’nin (100 bin öğretmen) üyesi olduğu bir sendika, demokratik eğitim modelleriyle ilgili ciddi bir katkıda bulunsaydı sanırım okullarda icra edilen tiyatro oyunlarında, şiir dinletilerinde, törenlerde, bayramlarda ve en önemlisi de derslerde bir nebze de olsa demokratik bir model havası yaratılabilirdi. Bu noktada “Eğitim-sen ne işe yarar?” gibi bir soruyu sormak hiçte yadsınmamalıdır.
Öte yandan yukarıda bahsedilen çerçevenin dışına çıkılamamasında, eğitimcilerin demokratik okul ve eğitim modelinden uzaklaşmasında “korku” da önemli bir etken. Korku, eğitimciyi hiçbir şey talep edemez, öneremez, sorgulayamaz, düşüncesini gizler bir pozisyona itiyor. Öğretmenin durumu bu iken öğrencinin düşüncesini özgürce ifade etmesi de pek beklenmiyor zaten. Bu bir kısırdöngü. Ilköğretim Kurumları Yönetmeliğinin öğrencilere dönük yaptırım gerektiren davranışlar bölümünde şu ifadeler yer almaktadır: “Okulda bulunduğu hâlde törenlere özürsüz olarak katılmamak ve törenlerde uygun olmayan davranışlarda bulunmak.” “Anayasanın başlangıcında belirtilen temel ilkelere dayalı millî, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti niteliklerine aykırı davranışlarda bulunmak veya başkalarını da bu tür davranışlara zorlamak.” “Okul içinde ve dışında; siyasi parti ve sendikaların propagandasını yapmak ve bunlarla ilgili eylemlere katılmak.”
Ortaöğretim Kurumları Ödül ve Disiplin Yönetmeliğinde “öğrenci korkusu”nu pekiştiren yaptırımlar şunlardır: “Türk Bayrağı'na, sancağına, ülkeyi, milleti ve devleti temsil eden sembollere saygısızlık etmek,” “Millî ve manevi değerleri söz, yazı, resim veya başka bir şekilde aşağılamak; bu değerlere küfür ve hakaret etmek, Eğitim-öğretim ortamında siyasi partilerin, bu partilere bağlı yan kuruluşların, derneklerin, sendikaların ve benzeri kuruluşların siyasi ve ideolojik görüşleri doğrultusunda eylem düzenlemek, başkalarını bu gibi eylemleri düzenlemeye kışkırtmak, düzenlenmiş eylemlere etkin biçimde katılmak, bu kuruluşlara üye olmak, üye kaydetmek; para toplamak ve bağışta bulunmaya zorlamak,” “Okul müdürlüğünden izin almadan okul hakkında bilgi vermek amacıyla basın toplantısı yapmak, bildiri yayınlamak, dağıtmak; konferans, temsil, tören, açık oturum, forum ve benzeri etkinlikler düzenlemek ve bu tür faaliyetlerde etkin rol almak,” “Bir kimseyi ya da grubu suç sayılan bir eylemi düzenlemeye, böyle eylemlere katılmaya, yalan bildirimde bulunmaya, yalan delil göstermeye ya da suçu yüklenmeye zorlamak,” Türk Bayrağı'na, sancağına, ülkeyi, milleti ve devleti temsil eden sembollere hakaret etmek,” “Türkiye Cumhuriyeti'nin devleti ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesine ve Türkiye Cumhuriyetinin insan haklarına ve Anayasanın başlangıcında belirtilen temel ilkelere dayalı millî, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti niteliklerine aykırı miting, forum, direniş, yürüyüş, boykot ve işgal gibi ferdi veya toplu eylemler düzenlemek; düzenlenmesini kışkırtmak ve düzenlenmiş bu gibi eylemlere etkin olarak katılmak veya katılmaya zorlamak,”
Bir de 657 Sayılı Devlet Memurları ve İlk ve Orta Tedrisat Muallimlerinin Terfi ve Tecziyeleri Hakkında Kanun maddelerinde sıralanan ve cezai işlem gerektiren maddelere bakalım. Sözkonusu maddelerin “öğretmen korkusu”nu pekiştirdiği aşikâr. “Yasaklanmış her türlü yayını görev mahallinde bulundurmak.” “Yetkili olmadığı halde basına, haber ajanslarına veya radyo ve televizyon kurumlarına bilgi veya demeç vermek” “Herhangi bir siyasi parti yararına veya zararına fiilen faaliyette bulunmak.” “İdeolojik veya siyasi amaçlarla kurumların huzur, sükün ve çalışma düzenini bozmak, boykot, işgal, engelleme, işi yavaşlatma ve grev gibi eylemlere katılmak veya bu amaçlarla toplu olarak göreve gelmemek, bunları tahrik ve teşvik etmek veya yardımda bulunmak,” “Yasaklanmış her türlü yayını veya siyasi veya ideolojik amaçlı bildiri, afiş, pankart, bant ve benzerlerini basmak, çoğaltmak, dağıtmak veya bunları kurumların herhangi bir yerine asmak veya teşhir etmek,” “Siyasi partiye girmek,” “5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkındaki Kanuna aykırı fiilleri işlemek.” “Talebeyi Vekaletin ve mektebin amirleri ve muallim ve memurları aleyhine itaatsizliğe teşvik eden,”
Eğitim-sen’in önünde duran temel çalışma ve mücadele alanlarından birkaçını dile getirmeye çalıştık. Her ne kadar üye sayısındaki kan kaybı gittikçe artsa da Milli Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda çalışan öğretmenlerin 6/1’nin Eğitim-sen’e üye olması, her şeye rağmen ciddi bir rakamdır. Ve de istendiği takdirde bir şeylerin değişebileceğine dair bir potansiyeli de gösteriyor. Yukarıda bahsettiğimiz ve daha önceki yazımızda dile getirdiğimiz "korku" "kanun" "yönetmelik" duvarını aşmak için Eğitim-sen'e çok şey düşüyor. Tabii bunun için öncellikle Ömer F. Kurhan'ın birçok yazısında özellikle altını çizdiği "yüksek siyaset" duvarını aşmak gerekiyor...
Yorumlar
Yorum Gönder