Şiddetli Geçimsizlik(!)

“İnsanın doğasında mevcut, bastırılmış bir davranış biçimi olan şiddet sözcüklerde sert, katı davranış; azarlamada ve cezalandırmada aşırı gitme; inandırma ve anlaşmaya varma yerine kaba kuvvet kullanma” şeklinde tanımlanıyor. Başka bir tanımda ise “şiddet, güç ve baskı uygulayarak insanların bedensel veya ruhsal açıdan zarar görmesine neden olan bireysel veya toplu hareketlerin tümüdür.” şeklinde ifade ediliyor. Şiddetin birçok türünden bahsetmek mümkün; fiziksel şiddet, sözlü şiddet, toplumsal ilişkilere uygulanan şiddet, psikolojik şiddet, cinsel şiddet, ekonomik şiddet, aile içi şiddet, eğitimde uygulanan şiddet vb.


Kitle iletişim araçlarının saldırganlık ve şiddet olaylarının ortaya çıkmasında ve artmasında herhangi bir payının bulunup bulunmadığı, varsa bu payın ne kadar olduğu her zaman tartışılmıştır. Bu konuda yapılan çalışmalar önemli ipuçları vermekle birlikte, toplumumuzdaki şiddet olgusunu tek başına açıklamaya yetmez. Kitle iletişim araçları aracılığıyla yayımlanan filmler, reality showlar, haber programları, diziler ve filmler toplumun yüksek ilgisi ve alakasına mahzar olmaktadır. Türkiye’de şiddet kavramı, hayatın her alanında karşımıza çıkmaktadır. Ailede, sokakta, okulda, televizyonda, cezaevinde, Kürt coğrafyasında.



Haklı kılınan ve eleştirilmeyen şiddetin sıradanlaştığı söylenebilir. Şiddet uygulayanın kahramanlaştırıldığı bir toplum yapısına doğru hızla ilerlemekteyiz. Öte yandan, şiddeti uygulayan ile şiddete maruz kalan arasındaki ilişkiyi haklı ve haksız temelinde değerlendirmek yanlış olur. Yaşanan bir olayı haklı-haksız düzeyine indirgemek bazen “iyi de o(nlar) da hak etmiş” yorumlarına neden olur. Böylece karşı taraf “düşman” olarak lanse edilirken “ötekine” uygulanan şiddet, haklı söylemler üzerinden meşrulaştırılır. Normalleşen şiddet kullanımına yabancılık çekmeyen bir toplumda yaşayan bireyler, ancak iş başa gelince ahkâm kesmeye ve sızlanmaya başlarlar. Belli bir yerden sonra değerini yitirmeye başlayan büyük rakamsal boyutlara ulaşan ülkemizdeki düşük yoğunluklu savaşa karşı duyarsız olanlar, televizyonları karşısında çaylarını yudumlarken izledikleri her bir ölüm haberine yabancılık çekmezler. Hele ölenler karşı taraftan ise daha bir keyiflenirler.



Şiddet uygulayanın kazandığı, kahramanlaştığı, toplum nezdinde itibarının yükseldiği bir dönemden geçiyoruz. Çalışanın hakkını alamadığı, ezildiği; çalışmayanın emek vermeden milyonlarca dolar hortumladığı, dilsel, dinsel ve kültürel haklarını isteyenlerin ise cezalandırıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Kavgalar, dövüşler, cinayetler hayatımızın vazgeçilmez teması olmuş, kan ve gözyaşı üzerine yazılan diziler ve filmler, rekordan rekora koşar olmuştur. Öyle ki Ahmet Türk’e atılan yumruğu öven köşe yazarlarımız bile mevcut.



Şiddetin efendilerini biz, toplum olarak yarattık, hatta geçmişten devraldık. Şiddetin kaynağında ataerkil toplum yapılanması ve tekçi asimilasyon politikaları yatar. Ne de olsa silah ile fotoğraf çekmeyenin erkek sayılmadığı bir toplumdan geliyoruz. Düğünlerde, maçlarda, kutlamalarda şiddet olgusu hep ön plândadır. Milletin vekili, millet adına silahını çekerken hiç çekinmez. Şiddetin ve şiddete başvuranların yargılanamadığı, hatta koruma altına alınıp kutsandığı bir toplumda, barış istemek bile bedel ödemeyi göze almak anlamına geliyor.



Tarihi, şiddeti uygulayanlar tarafından yazılan bir toplumda savaşların, operasyonların ve silahların bu kadar yüceltilmesi şaşırtıcı değildir. Şiddeti uygulayanların kahramanlaştırıldığı, şiddete maruz kalanların ise acılarından bahsedilmediği, hatta korkaklaştırıldığı iki toplumun bir arada yaşama iradesi ise her geçen gün zayıflamaktadır. Ne zaman ki tarihimiz şiddet uygulayanların yazdığı bir tarih olmaktan çıkar, kendimiz için istediğimiz dil, kültür, eğitim, anayasal vatandaşlık gibi kavramları yanı başımızdaki dostlarımız için de istemeye başlarsak, işte o zaman toplumdaki şiddetin dozu da düşecektir.



Milliyetçi hassasiyet kisvesi altına sığınan şiddet yanlıları kendilerini, bu devletin ve toprakların gerçek efendileri olarak görürler. Oysaki bin yıllardır Mezopotamya topraklarında yaşayan “ötekiler” de bu ülkenin sahipleridir. Devletin bekası adına cinayet işleyenler, hep şiddete dayalı tek dil, tek tarih, tek kültür şiarlarıyla hareket ettiler. Hangi yol ve yöntemle uygulanırsa uygulansın şiddet, hep birilerinin canını yakmaya, acılarını deşmeye devam etmektedir. Toplumda hoş görülmeye ve haklı bir nedene dayandırılmaya çalışılan şiddet, sorunları çözmenin bir aracı olarak kullanılmaya devam edildikçe bunun izdüşümleri hayatın her alanına yansımakta; “acaba bir arada yaşamayı başarabilecek miyiz?” sorusunun sorulmasına neden olmaktadır. Ancak bu sorunun cevabını vermek, bir halkın dilsel, kültürel, anayasal haklarının garanti altına alınmasıyla eş anlamlıdır.



Türkiye’de şiddeti uygulayanların önemli bir bölümü bunu, “kutsal devleti korumak ve kollamak” amaçlı yaptıklarını söylerler. Oysaki kutsal olması gereken insanın kendisidir. Militarist anlayış, tarih boyunca hep kendisine hayali düşmanlar yaratmayı başararak vatandaşlardan işbirliği talep etmiştir. “Ülkenin dört bir tarafı düşmanlarla çevrilidir ve etrafımızda sürekli olarak bazı oyunlar oynanmaktadır!” İnsan hakları yerine devlet hakları anlayışını yücelten bu anlayış, Cumhuriyet kurulduğundan bu yana “kuyruklu, dağlı, hain, bölücü” vb. kavramlarla uluslar arası insan hakları, dil ve eğitim hakları sözleşmelerine aykırı uygulamalar içine girmiş, ancak yine de hiçbir problemi çözememiş; bunun yerine insanların acılarına yeni acılar eklemiştir.



Toplumumuzda çoğu birey, stajyerliğini çocuk yaşta eline aldığı oyuncak silahlar, bıçaklar, tanklar, uçaklar ve toplarla geçirir. Gelin görün ki oyuncaklar da artık çocukları kesmemektedir. Ateş edince karşısındakinin ölmediğini gören çocuk hayal kırıklığına uğramaktadır. Bu durumda oyuncakların yerini gerçeklerinin alması hiç de uzun bir zaman almamaktadır.



Evde, sokakta ve işyerinde kadına uygulanan şiddete, baskıya, tacize karşı verilen tepkiler sıradanlaşmıştır. Kadın olarak hakkını savunanların meydan dayaklarına maruz kaldığını gören toplum, bu duruma çokta yabancılık çekmez. Saldırı, tecavüz, hırsızlık gibi suçları işleyenlerin suç işleme rakamları ne kadar yüksekse itibarları da eş zamanlı olarak o kadar yükselmektedir. Bu suçları uygulayanlar hapislerden kısa sürede çıkarken, bunlara maruz kalanlar ise yalnız kalmakta, hayatlarına derin yaralar ile devam etmektedirler. İşte iki bine yakın BDP’linin ve yüzlerce Kürt çocuğunun durumu ortada.



Şiddet, tüm davranışlar gibi öğrenilen bir davranıştır, planlı ve kasıtlıdır. Bu öğrenme, ailede, okulda, televizyonda, kamusal alanda gerçekleşebilir. Elbette ki şiddetin sosyo-ekonomik, eşitsizlik, aile bağlarının ve toplumsal bağların yıpranması gibi sayısız nedeni de vardır. Büyükşehirlerde tekstil, inşaat, lokanta, altyapı gibi en kötü hizmet sektörlerinde çalışan Kürt gençlerinin şiddet vb. davranışlara başvurması şaşılacak bir durum olmasa gerek. Göç, asimilasyon ve reddedilen kimlik olgusunun yarattığı hayal kırıklığı, depresyon, uyumsuzluk, ruhsal sorunlara karşı sistematik bir çözüm programı geliştirilememiş olunması bunun temel sebebidir.



Birçok yönüyle toplumsal hiyerarşiden ve teklik anlayışından beslenen çelişkili, bir o kadar da karmaşık ve de sistematik bir şiddet olgusu ile karşı karşıyayız. Irak’taki savaşta ve Filistin’deki İsrail zulmüne karşı sahte duygulanmalar yaşayanlar, yanı başlarında yaşanan uygulamalara kulaklarını tıkar, yüzlerini başka yöne çevirirler. Tıpkı Bulgaristan’da ya da Kerkük’te yaşayan Türklerin her türlü kültürel hakkını savunurken kendi ülkesinde yaşayan insanları, haklarından mahrum etme ikiyüzlülüğünü göstermek gibi. Ya da dünyanın Filistin gibi çeşitli yerlerinde ezilen Müslümanlardan dem vururken, aynı ülkede yaşadığı Müslüman kardeşlerinin haklarını görmezden gelmek gibi.



En temel insan hakkı olan yaşama hakkını hedef alan savaş, insan hakları ihlallerinin en uç noktasıdır. Biyolojik, psikolojik, kültürel, ekonomik, siyasal etkileri nedeniyle insana ve çevreye yönelmiş ve insan elinden çıkan en yıkıcı eylemdir savaş. Gelin görün ki Türkiye’deki savaşa karşı çıkmak bile vatan hainliği ile eşdeğer tutulmaktadır.



Şiddet bir alış veriş eylemidir. Vicdani olarak insan olmanın gerektirdiği tavır, şiddeti reddetmeyi gerektirir. Şiddetin dilini kullananlar, toplumun ihtiyaç duyduğu barışçıl diyalog yollarını kapatmayı amaç edinirler. Barışçıl çözümler yerine şiddeti kutsayıp husumeti, öç almayı öne çıkarırlar. Birlikte yaşanabilirliği sekteye uğratmaya çalışıp toplumsal barışı baltalarlar. İnsanların özgürlük alanlarını engellemeye, hatta her zaman kontrol altında tutmaya gayret ederler. Tıpkı Kürt sorununu askeri önlemlerle çözme anlayışını dayatmak gibi. Bu yaklaşım, şiddetin yaygınlaşmasını, topluma korku ve kaygının hâkim olmasını amaç edinmiştir. Bunun sonuçlarını görmek için uzaklara gitmeye gerek yok. Ülkenin son doksan yılına bakmak yeterlidir. Cumhuriyet kurulduğundan beri Kürdistan insanına uygulanan asayişin ve askeri yöntemlerin problemleri çözemediğini görmek istemeyenler, bir halkın bireylerine güç ve baskı uygulamak suretiyle onları kültürel ve tarihsel değerlerinden koparmak istemişlerdir.



Barış ve hoşgörü kültürünün yerleşmediği, barışa olan özlemin dillendirilemediği bir toplumda şiddet ve operasyon kavramlarının nedenlerini kavramak hiç de zor değil. Çocuklarına çoğulculuğu, eşitliği, demokrasiye bağlılığı ve demokratik çok kültürlülüğü kavratamayan bir toplum, bunun acılarına önümüzdeki dönemlerde de katlanmaya devam edecektir.



Dilleri, renkleri, tarihleri, şarkıları, dansları, harfleri, toprakları, giysileri, kültürleri, köyleri, isimleri, kitapları, televizyonları, gazeteleri, fikirleri, temsilcileri şiddet/savaş olgusu üzerinden cezalandırılan/operasyonlara uğrayan bir halkın susturulması mıdır çözüm yolu; yoksa kültürel çoğulcu bağlamda bir arada, kardeşçe yaşamak mıdır doğru olan? Bu sorunun yanıtını vermekten korkanlar, Kürt coğrafyasındaki askeri yığınak yapmaya devam ediyorlar. AKP’nin derin açılım çelişkilerinden biridir bu. Baharla birlikte insanlar umutlanır, yüzlerde, coğrafyada yeni renkler olur. Görünen o ki bu yıl da ölüm haberleriyle çalkalanacak. Şiddetten medet umanlar iş başında. Askere giden gençler ve arkadaşları sokaklarda yeri göğü inletiyorlar. “en büyük asker bizim asker.” seslerinden geçilmiyor. Daha önce de birkaç yazı da alıntıladığım şu cümleler şiddet yanlıları için ne çok şey ifade ediyor değil mi?



“Gelin bakalım savaşın efendileri/Siz büyük silahlar yapan/Ölüm uçakları inşa eden/Bütün bombaları yapan/Duvarların arkasında saklanan/Masalarının gerisinde saklananlar/ Maskelerinizin arkasında sizi görebildiğimi bilmenizi istiyorum. /Siz, yok etmek haricinde asla hiçbir şey yapmamış olanlar/Siz, oyuncağınızmış gibi benim dünyamla oynayanlar/Elime bir silah verip sonra gözlerimden saklananlar/Ve sonra dönüp en hızlı kurşunlardan koşarak kaçanlar…”

"Masters of the War- Savaşın Efendileri" -Bob Dylan-Çeviren: Ece Esmer

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Leyla Zana'ya Destek İçin İmza Kampanyası Etik mi?

Kom Geleneğinin Oluşumu ve Sanata Biçilen Roller

Bir Varmış Bir Yokmuş!