Üstünlük İdeolojisi ve Ötekinin Gücü
Aklını yitirmiş bir toplumun problem çözme kapasitesi sınırlıdır. Çünkü önce yitirilmiş aklın bulunması gerekir. Cumhurbaşkanı Gül’ün Kürt sorunuyla ilgili yarım ağız konuşmaları bu ülkede düşünce üzerindeki baskılardan ülkenin en üst düzey yöneticisinin bile payına düşeni aldığını gösteriyor. Hoşgörü, tesamüh ve müsamaha çerçevesinin dışına çıkmayan bir adıma karşın Kürtlerin on adımla karşılık verdiğine tanık oluyoruz.
Onu kullanan kesimlerce bir “üstünlük” bağışladığından sorunlu bir kavram olan hoşgörü; barışa olan özlem için önemli bir adım olarak değerlendiriliyor. Dinsel, kültürel, siyasal bakımdan Kürt sorunuyla ilgili en üst düzeyde söylenen sözlerin “ötekine” katlanma, ona dönük bir jest/lütuf olarak yansıtılmasının altında hangi gerçeklerin yattığını çoğumuz ırkçı ders kitaplarından biliyoruz.
Bu tolerans/hoşgörü, “ötekine” tanınmış bir hayat hakkını ifade eder. O hayat, Türk’ün ulu devletinin tanıdığı bir haktır. Onu veren de alacak olan da yüce! Türk devletidir. Ancak sorunun çözümü için bir adım öteye gidildiğinde; yani “başka ve farklı olanla eşit ve eşdeğer koşullarda bir arada yaşama” talebiyle karşılaşıldığında “üstün olanın sınırları” devreye giriveriyor. Aslında işin özüne bakıldığında hoşgörü kavramı, bir güç/üstünlük eylemidir. Hoşgörülme ise zayıflığın bir göstergesidir. İş karşılıklı saygıya gelip dayandığında devreye eşitlik girer ki, üstün olan(!) gücünü vatandaşları lehine kullanma ve onlarla paylaşma aşamasında isteksiz davranır.
Üstünlük, insanlık tarihinin kara lekesidir aslında. Şiddet ile birleştiğinde insanlığın vicdanını ve onurunu ayaklar altına alır. Belki başlangıçta birilerinin dediği gibi herkes kilden kâselerden paylarına düşeni aldı; fakat elindeki kâse ile yetinmeyen birileri, başkalarının kâselerini önce ellerinden almaya çalıştı, alamayınca da o rengarenk kâseleri kırmaya çalıştı.
İnsanlığın önemli bir bölümünün, belki de sadece iklim şartlarından kaynaklanan deri renklerini bile güç ve üstünlük aracı haline getirmeye çalıştığını düşünürsek bazı sorunların çözümünün “ötekinin” gücüne de bağlı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Zencilerin mücadelesi buna iyi bir örnektir. Üstün ya da güç sahibi olan, “öteki” kendi kimliğini yitirdiğinde onunla yaşayabileceğini; ona hoşgörü ile yaklaşabileceğini söyler. Oysaki öteki şunu talep eder: Kimliğimizi senin kimliğinle ya da senin kimliğini kendi kimliklerimizle “eşdeğer” görürsen birlikte yaşayabiliriz. Dolayısıyla benim farklılıklarımı “anlamak” için kendi farklılığından değil ama kendi üstünlük iddiandan ve hırsından vazgeçmen gerekir. Mesela bunun için DTP milletvekillerinin meclisten alıp götürülmesinin dünya kamuoyunda aslında pek de olmayan Türkiye’nin üstünlüğünü/imajını zedeleyeceğini değil bu ülkenin vatandaşları arasındaki eşitlik ilkesini zedeleyeceğini bilmelisin.
Türkiye’nin sahte üstünlük tasarımının aşılması gerçekten çok zor görünüyor. Ancak umudunu yitirmiş kimselerin eşitlik taleplerinin dikkate alınmayacağı bir gerçektir. Çelişki şudur; üstün/güçlü olana karşı bir mücadele yürütüyorsanız sizin de güçlü olmanız gerekir. Ancak bu gücü, doğru temsil etmek, demokratik bir şekilde katılımcı bir pespektifle kullanmak gerekir. 29 Mart seçimlerinden ve Zap gibi büyük operasyonlardan dirençli çıkılabildiği içindir ki Kürdistan dağlarındaki “Ne Mutlu Türk’ün diyene, Her Türk asker doğar, Önce Vatan” gibi düşünceler silinip gidecektir belki de. Sonrasında belki de karakollar, tanklar, toplar, tüfekler, savaş uçakları, komandolar, özel harekâtçılar…
TSK’nın operasyonları, sürprizleri kof çıktıkça; demokrasi ve eşitlik yanlılarının da güçleri arttıkça devletin “üstünlük ideolojisi” yerini eşitliğe bırakabilir. Çünkü artık küçük çocuklar bile 23 Nisanlardaki, 29 Ekimlerdeki, 19 Mayıslardaki yalanlara, üstünlük taslayan konuşmalara inanmamaktadır. Ancak şunu unutmamak gerekiyor: Kürt sorununda bir gelişme yaşanacaksa bu, üstünlük taslayanın inisiyatifiyle değil eşitlik isteyenlerin gücüyle olacaktır.
Üstün olan hiçbir zaman ötekine toptan bir lütufta bulunmaz. Dolayısıyla Kürt sorunu, bir anda çözülecek bir sorun değildir. Üstün olanın tahtı sallandıkça, çıkarları tehlikeye girdikçe adım adım yol alınabilecek uzun erimli bir mücadeledir. Üstün olan, fırsatını bulduğu her an saldırır. Dengeleri ise büyük oranda ötekinin pozisyonu, yeteneği ve direnci belirler. Bunu Türk devleti de PKK de biliyor. Bu yüzden tarafların silahlarını bir anda bırakmalarını bekleyenler yanılacaklardır.
Onu kullanan kesimlerce bir “üstünlük” bağışladığından sorunlu bir kavram olan hoşgörü; barışa olan özlem için önemli bir adım olarak değerlendiriliyor. Dinsel, kültürel, siyasal bakımdan Kürt sorunuyla ilgili en üst düzeyde söylenen sözlerin “ötekine” katlanma, ona dönük bir jest/lütuf olarak yansıtılmasının altında hangi gerçeklerin yattığını çoğumuz ırkçı ders kitaplarından biliyoruz.
Bu tolerans/hoşgörü, “ötekine” tanınmış bir hayat hakkını ifade eder. O hayat, Türk’ün ulu devletinin tanıdığı bir haktır. Onu veren de alacak olan da yüce! Türk devletidir. Ancak sorunun çözümü için bir adım öteye gidildiğinde; yani “başka ve farklı olanla eşit ve eşdeğer koşullarda bir arada yaşama” talebiyle karşılaşıldığında “üstün olanın sınırları” devreye giriveriyor. Aslında işin özüne bakıldığında hoşgörü kavramı, bir güç/üstünlük eylemidir. Hoşgörülme ise zayıflığın bir göstergesidir. İş karşılıklı saygıya gelip dayandığında devreye eşitlik girer ki, üstün olan(!) gücünü vatandaşları lehine kullanma ve onlarla paylaşma aşamasında isteksiz davranır.
Üstünlük, insanlık tarihinin kara lekesidir aslında. Şiddet ile birleştiğinde insanlığın vicdanını ve onurunu ayaklar altına alır. Belki başlangıçta birilerinin dediği gibi herkes kilden kâselerden paylarına düşeni aldı; fakat elindeki kâse ile yetinmeyen birileri, başkalarının kâselerini önce ellerinden almaya çalıştı, alamayınca da o rengarenk kâseleri kırmaya çalıştı.
İnsanlığın önemli bir bölümünün, belki de sadece iklim şartlarından kaynaklanan deri renklerini bile güç ve üstünlük aracı haline getirmeye çalıştığını düşünürsek bazı sorunların çözümünün “ötekinin” gücüne de bağlı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Zencilerin mücadelesi buna iyi bir örnektir. Üstün ya da güç sahibi olan, “öteki” kendi kimliğini yitirdiğinde onunla yaşayabileceğini; ona hoşgörü ile yaklaşabileceğini söyler. Oysaki öteki şunu talep eder: Kimliğimizi senin kimliğinle ya da senin kimliğini kendi kimliklerimizle “eşdeğer” görürsen birlikte yaşayabiliriz. Dolayısıyla benim farklılıklarımı “anlamak” için kendi farklılığından değil ama kendi üstünlük iddiandan ve hırsından vazgeçmen gerekir. Mesela bunun için DTP milletvekillerinin meclisten alıp götürülmesinin dünya kamuoyunda aslında pek de olmayan Türkiye’nin üstünlüğünü/imajını zedeleyeceğini değil bu ülkenin vatandaşları arasındaki eşitlik ilkesini zedeleyeceğini bilmelisin.
Türkiye’nin sahte üstünlük tasarımının aşılması gerçekten çok zor görünüyor. Ancak umudunu yitirmiş kimselerin eşitlik taleplerinin dikkate alınmayacağı bir gerçektir. Çelişki şudur; üstün/güçlü olana karşı bir mücadele yürütüyorsanız sizin de güçlü olmanız gerekir. Ancak bu gücü, doğru temsil etmek, demokratik bir şekilde katılımcı bir pespektifle kullanmak gerekir. 29 Mart seçimlerinden ve Zap gibi büyük operasyonlardan dirençli çıkılabildiği içindir ki Kürdistan dağlarındaki “Ne Mutlu Türk’ün diyene, Her Türk asker doğar, Önce Vatan” gibi düşünceler silinip gidecektir belki de. Sonrasında belki de karakollar, tanklar, toplar, tüfekler, savaş uçakları, komandolar, özel harekâtçılar…
TSK’nın operasyonları, sürprizleri kof çıktıkça; demokrasi ve eşitlik yanlılarının da güçleri arttıkça devletin “üstünlük ideolojisi” yerini eşitliğe bırakabilir. Çünkü artık küçük çocuklar bile 23 Nisanlardaki, 29 Ekimlerdeki, 19 Mayıslardaki yalanlara, üstünlük taslayan konuşmalara inanmamaktadır. Ancak şunu unutmamak gerekiyor: Kürt sorununda bir gelişme yaşanacaksa bu, üstünlük taslayanın inisiyatifiyle değil eşitlik isteyenlerin gücüyle olacaktır.
Üstün olan hiçbir zaman ötekine toptan bir lütufta bulunmaz. Dolayısıyla Kürt sorunu, bir anda çözülecek bir sorun değildir. Üstün olanın tahtı sallandıkça, çıkarları tehlikeye girdikçe adım adım yol alınabilecek uzun erimli bir mücadeledir. Üstün olan, fırsatını bulduğu her an saldırır. Dengeleri ise büyük oranda ötekinin pozisyonu, yeteneği ve direnci belirler. Bunu Türk devleti de PKK de biliyor. Bu yüzden tarafların silahlarını bir anda bırakmalarını bekleyenler yanılacaklardır.
Yorumlar
Yorum Gönder