Türkiye’nin “Batılı Ulus Devlet” Penceresinden “Kürt İmgesi”

Klasik tespittir Türkiye Cumhuriyet’inin batılı bir ulus yaratma kaygısından hareketle 1920’lerde yeni bir devlet olarak kurulduğu. Fakat böyle bir kaygı veya perspektif olsa bile Türkiye tam anlamıyla ne bir ulus devlet ne de batılı bir devlet olmuştur. Ulus devlet olamamasının önündeki büyük engel Kürtler olurken batılı bir devlet olamamasının önündeki büyük engel ise düşüncenin sürekli baskılanması ve teklik arzusudur. Batılı bir ulus devlet olamayan Türkiye, batılıların kendisine yönelen oryantalist bakışından o kadar eziktir ki Kürdistan’ı kendi sınırlarındaki oryantalist bakışın esiri yaparak bir nebze de olsa rahatlamaya çalışmıştır. Bu bakış, ana akım medya, eğitim ve devlet kadroları tarafından sürekli beslenmiş ve büyütülmüştür. Öyle ki Kürdistan medeniyetten ve çağdaş düşünceden uzak, geri, tamamen feodal, kadını sürekli ezen bir mekândır. Bu yaklaşım ile ülkenin Sivas’tan Batı’ya doğru olan kısmı çağdaş, eğitimli, düşünceye sahip çıkan bir konuma yükseltilirken Sivas’tan “Doğu”ya doğru olan bölge, Türk’ün sırtında taşımak zorunda kaldığı, iyilikten ve okumaktan anlamayan bir mekân olarak kurgulanmıştır.

“Batı=çağdaş=medeni=Türk”, bilgi-iktidar ilişkisinden hareketle, kendini tanımlamış, yüceltmiş, sömürgeci niyetlerini haklı göstermek ve bu amacını gerçekleştirmek adına hayalî bir “Doğu” üretmiştir. “ben ve diğerleri” ayrımından hareketle dünyanın merkezine kendini koyan Türk devlet anlayışı, (dil, tarih tezleriyle) bu yaklaşımı eğitimde, kültür-sanatta, dilde ve politikanın her alanında uygulamıştır. Doğu/Kürt imajı bütün olumsuzlukların yüklendiği bir coğrafya olmuş; kültürden sanata, dilden eğitime hemen her alanda TC’nin “iyi niyetli yaklaşımlarını göremeyen nankör bir halk” imgesi beslenmiş ve büyütülmüştür.

Bugün ilköğretimden liseye kadar hemen her öğrenci, ülkedeki bütün olumsuzlukların kökeni olarak “Doğu”yu; alttan alta ise Kürtleri örnek verir. Eğitimin hemen her alanında diktacı sistemin üretmiş olduğu bu retorik “Doğu’yu ve Güneydoğu’yu bir cahillikler bölgesi” olarak algılar. Doğu=Kürt=cahil, ülkenin çağdaş medeniyet yolculuğunda devleti paçasından çekiştirip geri düşüren karanlık eller olarak ezberletilmiştir. Dolayısıyla bu cahillik imgesi üzerinden “batılı ulus devletin” çağdaş yüzüne/yatırımlarına sırt çevirmiş bir “Kürt imgesi” oluşturulmuştur. Cahillikler bölgesi imgesi o kadar güçlü beslenmiştir ki o bölgeyi anlatmaya kalktığınızda inanılmaz “sınırlar ve direnç” noktalarıyla karşılaşırsınız. Bu imge, Türk’ü çağdaş, medeniyet yolunda, eğitimli, kültürlü bir ideale sahip gibi anlatırken “Doğu’yu/Güneydoğu’yu” bütün olumsuzlukların merkezi diğer bir tabirle ayak bağı olarak görmüştür. Şeyh Sait İsyanı’nın ders kitaplarına “gericilik=cahillik” çerçevesinden yansıması buna iyi bir örnektir. Cahil geridir. Geri olan, kandırılmıştır. Devlet de haklı olarak gericileri cezalandırmıştır. Yaklaşık 90 yıllık bu ezber, hiç bozulmaz.

Türk, aklı ve bilimi esas alırken “Doğu/Güneydoğu” (yani Kürt) cahillik ve feodaliteyi esas aldığı için suçludur, tembeldir, bölücüdür, haindir, geri kalmıştır. Cahillikler bölgesi olduğu için karar verme süreçlerine katılması uygun görülmez. Cahillikler bölgesi olduğu için adaletten anlamaz. Eğitilmesi gerektiği için kendi dağ dilinden kurtulması gerekir. Modernin=Türk’ün dilini öğrenmesi gerekir. Cahil olduğu için çabuk kandırılmış ve beyinleri yıkanmış çocukları dağa çıkarılmıştır. Bu 20 milyonluk bir halk olsa bile cahil olduğu için talep ettiklerinin farkında değildir. Dolayısıyla taleplerini ve kimlik mücadelesini dikkate almanın bir anlamı yoktur. Bu anlayışa göre cahil insanlar, şiddete eğilimlidir. O yüzden askeri bir yöntemle (yani yine şiddetle) kontrol altına alınmayı hak etmişlerdir. Şiddet böylece haklılaştırılmıştır. Cahillikler bölgesi olduğu için yatılı ve pansiyonlu okulların kurulması kaçınılmazdır. Çocukların cahilin dilinden değil, medeninin=Türk’ün dilinden eğitilmesi gerektiğine inanılır.

Medeni=Türk, giyimde kuşamda, müzikte dansta, dilde ve eğitimde ileridir! Bir tarihi ve bir dili vardır. Oysaki “Doğu’nun=Kürd’ün” bir dili ve tarihi bile yoktur. Konuştukları dil anlaşılmazdır. Dolayısıyla “ileri olanın=Türk'ün” “geri olanı=Kürt” eğitmesi ahlakî bir sorumluluk ve görev olarak algılanır. Batı için Turkish lokumdan öteye geçemeyen TC’nin “tatlı yüz”ünün ardında “acılı kebap yaklaşımı”nı sergilemesi çelişkilerin en büyüğüdür aslında. Medeniyete diye yapılan asfaltlı yolların karakolların kapısında son bulmasını bu “haklı ezen” ve “cahil bölge” anlayışında aramakta fayda var. Bu “cahil bölge”nin benimsemesi ya da okuması gereken “Ne mutlu Türküm diyene” cümlesinin il ve ilçelerin dağlarına ve giriş kapılarına asılmasını nasıl açıklayabiliriz yoksa!

TRT 6 gibi devlet endeksli bilgi ve kültür açılımlarına Kürtlerin mesafeli bir tutum göstermesi bu yüzden yadırganmamalıdır. Ne batılı ne de ulus olabilen Türk devlet geleneğinin Kürtler üzerindeki bu maddî ve manevî tahakkümü susmayı, onaylamayı, mahkûm ve kul olmayı dayatır. Doğrucu ve çağdaş Türkiye, şuursuz Kürd’e; “yok saydığı temel haklarını” onu gözaltına alırken, tutuklarken ya da öldürürken bile okuma gereği duymaz. Çünkü “medeni”ye göre, “vahşi” olan tehlikelidir. Ya ehlileştirilmeli ya da evcilleştirilmelidir. O da olmazsa öldürülmelidir. Tarihten gelen “avcı gelenek” bunu gerektirir.

Tanzimat’la birlikte eskinin fetih düşüncesinin yerini Batı dünyasının bir parçası olma kaygısının aldığını düşünenler, TC’nin Kürdistan üzerindeki fetih düşüncesinden hiçte vazgeçmediğini görmek istemezler. Türk kültürünü Batı kültürüyle harmanlama gayretleri arasında kaybolup giden; asimile edilen Kürt kültür öğeleri gerici olarak algılanır. Dolayısıyla yasaklanması ya da ranta dönüştürülebilecek bir bölümünün Türk kültürüne entegre edilmesi normal karşılanır.

“Doğu”ya dönük her türlü bilgi ve yazın, TC’nin iktidarını pekiştirmesi için birer araca dönüşmüştür. Mesela TRT 6’nın AKP’nin Diyarbakır mitingini yayınlaması buna iyi bir örnektir. Peki gerçekten de Kürdistan betimlemesinde feodalizm, cahillik vb. olgular hiç mi yok? Elbette vardır fakat bizim vurgu noktamız bu imgelerin TC tarafından iktidarını güçlendirmek için “nasıl” bilinçli bir politikaya dönüştürüldüğü noktasıdır. İstisnalar olsa da büyük resim, tarihi gerçekler ve Ahmet Türk’ün meclisteki Kürtçe konuşmasının TRT tarafından yayınlanmaması bize, TC’nin Doğu/Kürt araştırmalarının ve yaklaşımlarının ırkçı, emperyalist, militarist bir çerçevenin dışına çıkmadığını gösterir.

Devlet politikaları, bir medeniyet projesi olarak önce insanî olmayı değil önce Türk gibi olmayı dayatan bir projeye dönüşmüştür artık. Her etnik, dini ve kültürel varlığın, varlığını Türk varlığına feda etmesi istenir. Çünkü uğrunda ölünecek çağdaş, batılı bir ulus devlet varken farklı olmak, geri olmakla eşdeğerdir. Böylece Türkiye batılılaşan değil kendi halkına karşı oryantalistleşen bir sistem üretmeye devam eder. Kürdün, Ermeni’nin, Laz’ın kimliğine ait ne varsa onu reddeden veya ondan nefret eden Türkiye oryantalistliği, farklı kültürleri ve değerleri hor görmeye ve aşağılamaya devam ettikçe “batı kapısının eşiği”nden eli boş dönmeye mahkûmdur. Avrupa’nın Türkiye’nin yüzüne kapattığı her kapı, Türkiye’nin Kürd’e ve diğer etnik ve dini yapılara uyguladığı şiddete ve baskıya davetiye çıkarmaktadır. Bu durumdan ise ne Avrupa ne de onun gözündeki Turkish lokum, Turkish hamam anlayışı şikâyetçidir. İkisi birleştiğinde “acılı kebap” çok güzeldir çünkü!

Batılı bir ulus devlet olamamanın ezikliği, binlerce faili meçhul cinayet işlerken bazen öldürüldüğünde veya intihar ettiğinde bu dik bir duruşa ve vatan kahramanlığına dönüşür. Ortalığa saçılan bağırsaklar, kokoreççilerin dokuz sekizlik ritm tutuşlarıyla ve vuruşlarıyla paramparça edilip yarım ekmek arasına yerleştirilir. Yanında bir de acılı şalgam suyu oldu mu mideye indirilir. Ancak Avrupa’nın Türkiye’yi, Türkiye’nin de Kürdü hazmetmesi sorunu büyüdükçe büyür. Bu hazımsızlıktan rahatsız olanlar, bir zamanlar batılı bir ulus devlet olmak için Kürd’e, Ermeni’ye vb. ateşledikleri silahlarını kendi şakaklarına dayayıp tetiği çektiklerinde “onursuzluları” ile cehennemi boylamış olurlar. İşte çok yemenin, çok kesmenin, çok öldürmenin, çok ezmenin trajik sonudur bu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Leyla Zana'ya Destek İçin İmza Kampanyası Etik mi?

Kom Geleneğinin Oluşumu ve Sanata Biçilen Roller

Bir Varmış Bir Yokmuş!